itetariton-13 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

itetariton-13

cadde trafiği, cumartesi günü ve yağmur yoğunluğunda her zamankinden yavaş akarken torpidodaki boş bir limon şişesine bakıyordum o sırada. uludağ limon. hayatım boyunca sanırım bir kere içmiştim. beğenmiştim de ama niye içmedim daha sonra bilmiyorum. taksi dolmuşumuzun sileceği demirkubuz'un sinir bozan kendiliğinden açılan kapıları gibi homurdandıkça, yağmur şiddetini artırdıkça, dolmuştaki ağır hava daha bir çöküyordu üstüme. çok film seyretmek ya da zeki demirkubuz'un yönetmenliğini beğenmekle direk ilgisi var mı bilmiyorum ama bu sarı dolmuşlar her seferinde sanki film setiymiş gibi geliyor bana. bu ıslak cumartesi öğleden sonrasında da aynısı oldu işte. lakin içeride sinir bozan sessizlik vardı radyodaki efkarlı şarkıyı saymaz isek. ah evet! arada sinir bozucu homurtuyla çalışan silecekler ve bazen dışarıyı görmemizi engelleyen buğulu camlar sinir katsayısını sabit kalmamasını sağlayan yardımcı etmenlerdi. sonra yine ön cama vuran yağmur tanelerinin arasından gözüken kırmızı stop lambaları, yeşil trafik lambaları. bir türlü akmayan trafik.
sanki bir deney grubu gibiydik. yahut bir kısım tutuklu ya da zorla bir yere götürüyorlardı bizi. mutsuz neşesiz bir topak insan yumağı idik görünüşte. içerideki ağır havayı anlatamam. yaşam belirtisi veren tek insan şoförümüzdü. o da vites değiştirip arada gereksiz yere kornaya basıp, sıkışan trafiğe, yarım metre daha ilerlemeyen öndeki aracın şoförüne el kol hareketi yapmasa, değişik bir bilim kurguda rol aldığımıza yemin edebilirdim. limonlu gazoz gibi alaturkayı da dinlemeyeli uzun zaman olmuştu. sanırım olric'in gittiği günlerde dinlemiştim en son. ama dinlemememin olric'in gitmesiyle yahut olric'in gitmesinin alaturka radyoyla hiç alakası yok. tamamen tesadüf.
neden sonra bu ağır, neredeyse çıldırtan sessizliği hoş bir melodi sesi bozdu. arka sıramda, sesinden 20-22 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir genç kız , on beş dakikalık ağır sessizlikten intikam alırcasına, bağırarak telefonla konuşuyordu. rahatsız olmuştum ilkin ama az önceki boğan sessizlikle kıyasladığımda tercih ettiğim bir durumdu aslında. annesiydi telefonun öbür ucundaki. yağmurdan felaket diye bahsettiğinde üzüldüm ama . bereket, rahmet olmanın dışında en sevdiğim doğa olayıydı çünkü yağmur. o beni ben de onu seviyordum. kardan bile çok sevdiğimdir evet. ama kış ve bahar güneşi ile bir tutarım yine de. o derece. ve mesela sırf bu yüzden taksi veya dolmuşla alacağım onbeş dakikalık mesafeyi yürüyerek biraz da nostalji yaparak yürüdüm öğle üzeri. anılarım depreşti. ilginç bir deneyimdi aslında. eski iş yerime daha önce sıkıntı çekerek, oflayarak geçtiğim yerlerden garip bir tat alarak yürüdüm. anlamaya çalışmadan. irdelemeden. bazen şimdiki zamanı , anıları düşünerek bazen de. hüzünle karışık bir mutlu olma haliydi içimdeki.
ve kafka'nın milena'ya dediği gibi bu amansız yağmurda insanın tek mutluluğu belki de yabancı bir çevrede olmasıydı. trafik hala yavaş akıyordu yağmur ise aksine tüm hızıyla çelimsiz ve çirkin sileceklerle yarışıyordu. ve hala ergen kızımız tüm sesleri bastırıyordu. konuşması bittiğinde, sanki diğer yolcuların telefonu da bu anı bekliyormuşçasına tek tek inanılmaz bir tesadüfle ve de sırayla çalmaya başladı. telefonu çalmayan iki kişi şoför ve bendik. ve hepsi de başrolü yağmura vermişlerdi senaryolarında. ne yazık ki ergen kızımızda olduğu gibi hepsinde de "kötü adamı" oynuyordu bugün yağmur! yağmura bu kadar kızdıklarına mı üzüleyim yoksa içerideki ağır havanın dağıldığına mı yanayım derken ineceğim yere geldik. eski günlerden kalma alışkanlıkla hem durakta indirir misiniz deyip hem de durağı işaret parmağımla gösterdim kaptana.
..
eve dönüş yolunda beyaz bir doblo birbirini tanımayan bir erkek ve bir kadını yolun her iki tarafında ıslatarak çıldırttı. bir senelik beddua aldığından eminim. ama insan şoförler de vardı mesela. hem de kaldırımsız yolda yeşil bir opel astra, oldukça yavaş geçti yanımızdan. arkasından teşekkür ettim. 10 yıllık duaya bedeldir belki. ve sonra iki kişinin geçemeyeceği dar kaldırımda karşılaştık güzel bir sarışınla. bir elinde yeni moda şeffaf şemsiye öteki eli cebinde. öz güven everest'lerin tepesinde. bana doğru geliyordu işte. reklam filmi çekiyorduk sanki. ya da fransız draması. fonda hüzünle karışık ama coşkulu bir fransızca şarkı hayal ediyordum o sırada. lakin gerçekler biber gibiydi. kulağımda yaşar'ın daha önce hiç dinlemediğim yine de çok hoşuma giden bir parçasına fit olmuştum. ama sarışın çok güzeldi. laciverte çalan, çok şık bir montu vardı. on metre kadar kaldırımın bir buçuk kişinin geçmesine izin veren en geniş yerinde centilmeni oynayarak, geçmesini bekledim. yine de matrixvari hafif yan dönmek zorunda kaldık ikimizde. sanırım nizami şarj seviyesinde temasta da bulunduk birbirimize. istemeden elbet. ama rüzgar gibi geçtik birbirimizin yanından. yağmur çok hızlı yağıyordu. başımı döndüren kokusu muydu yoksa bu hızlı geçiş mi derken. bir yandan da sıcak kahvem, nefret ettiğim o sigara özlemi eşliğinde tüm bugünü yazdığımı düşlüyordum.
ve mutluluk yolsa şayet, o yolda bugün oldukça yürüdüm ben usta. aslında iki cumartesidir tanımlanamayan bir sıkıntı oluşuyordu sabahları. ama sonra ve mesela bugün bu inanılmaz trafiğe, cumartesi kalabalığına, sıkıcı sabah toplantısına rağmen güzedi işte. ve hala devam ediyor güzellik. bitmedi de.. iterationların isim annesi neden sonra ziyaret etmiş. selam etmiş. nasıl sevindim o bile bilmiyor. gerçi ona da söyledim az önce. artık biliyor.
kaç zamandır buralarda bazen mutlu insan rolü yaparken ve içim japon nükleer santrali gibi kaynarken, bir dosttan, hem de hiç beklemediğim bir an da iki satır da olsa mektup almak...
güzel şeyler bunlar.
çok güzel.
hayat güzel aslında.
yağmur da öyle.
hatta bugün, istanbul trafiği bile.
hayır hayır, tüm bunlar ne bir film ismi ne de repliğidir!
normalde bu yazı burada biter.
evet.
.