cadde trafiği, cumartesi günü ve yağmur yoğunluğunda her zamankinden
yavaş akarken torpidodaki boş bir limon şişesine bakıyordum o sırada.
uludağ limon. hayatım boyunca sanırım bir kere içmiştim. beğenmiştim de
ama niye içmedim daha sonra bilmiyorum. taksi dolmuşumuzun sileceği
demirkubuz'un sinir bozan kendiliğinden açılan kapıları gibi
homurdandıkça, yağmur şiddetini artırdıkça, dolmuştaki ağır hava daha bir
çöküyordu üstüme. çok film seyretmek ya da zeki demirkubuz'un yönetmenliğini
beğenmekle direk ilgisi var mı bilmiyorum ama bu sarı dolmuşlar her
seferinde sanki film setiymiş gibi geliyor bana. bu ıslak cumartesi
öğleden sonrasında da aynısı oldu işte. lakin içeride sinir bozan
sessizlik vardı radyodaki efkarlı şarkıyı saymaz isek. ah evet! arada
sinir bozucu homurtuyla çalışan silecekler ve bazen dışarıyı görmemizi
engelleyen buğulu camlar sinir katsayısını sabit kalmamasını sağlayan
yardımcı etmenlerdi. sonra yine ön cama vuran yağmur tanelerinin
arasından gözüken kırmızı stop lambaları, yeşil trafik lambaları. bir
türlü akmayan trafik.
sanki bir deney grubu gibiydik. yahut bir kısım
tutuklu ya da zorla bir yere götürüyorlardı bizi. mutsuz neşesiz bir
topak insan yumağı idik görünüşte. içerideki ağır havayı anlatamam. yaşam
belirtisi veren tek insan şoförümüzdü. o da vites değiştirip arada
gereksiz yere kornaya basıp, sıkışan trafiğe, yarım metre daha
ilerlemeyen öndeki aracın şoförüne el kol hareketi yapmasa, değişik bir
bilim kurguda rol aldığımıza yemin edebilirdim. limonlu gazoz gibi
alaturkayı da dinlemeyeli uzun zaman olmuştu. sanırım olric'in gittiği
günlerde dinlemiştim en son. ama dinlemememin olric'in gitmesiyle yahut
olric'in gitmesinin alaturka radyoyla hiç alakası yok. tamamen tesadüf.
neden
sonra bu ağır, neredeyse çıldırtan sessizliği hoş bir melodi sesi
bozdu. arka sıramda, sesinden 20-22 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim
bir genç kız , on beş dakikalık ağır sessizlikten intikam alırcasına,
bağırarak telefonla konuşuyordu. rahatsız olmuştum ilkin ama az önceki
boğan sessizlikle kıyasladığımda tercih ettiğim bir durumdu aslında.
annesiydi telefonun öbür ucundaki. yağmurdan felaket diye bahsettiğinde
üzüldüm ama . bereket, rahmet olmanın dışında en sevdiğim doğa olayıydı
çünkü yağmur. o beni ben de onu seviyordum. kardan bile çok sevdiğimdir
evet. ama kış ve bahar güneşi ile bir tutarım yine de. o derece. ve
mesela sırf bu yüzden taksi veya dolmuşla alacağım onbeş dakikalık
mesafeyi yürüyerek biraz da nostalji yaparak yürüdüm öğle üzeri.
anılarım depreşti. ilginç bir deneyimdi aslında. eski iş yerime daha önce
sıkıntı çekerek, oflayarak geçtiğim yerlerden garip bir tat alarak
yürüdüm. anlamaya çalışmadan. irdelemeden. bazen şimdiki zamanı ,
anıları düşünerek bazen de. hüzünle karışık bir mutlu olma haliydi
içimdeki.
ve kafka'nın milena'ya dediği gibi bu amansız yağmurda
insanın tek mutluluğu belki de yabancı bir çevrede olmasıydı. trafik
hala yavaş akıyordu yağmur ise aksine tüm hızıyla çelimsiz ve çirkin
sileceklerle yarışıyordu. ve hala ergen kızımız tüm sesleri
bastırıyordu. konuşması bittiğinde, sanki diğer yolcuların telefonu da
bu anı bekliyormuşçasına tek tek inanılmaz bir tesadüfle ve de sırayla
çalmaya başladı. telefonu çalmayan iki kişi şoför ve bendik. ve hepsi de
başrolü yağmura vermişlerdi senaryolarında. ne yazık ki ergen kızımızda
olduğu gibi hepsinde de "kötü adamı" oynuyordu bugün yağmur! yağmura
bu kadar kızdıklarına mı üzüleyim yoksa içerideki ağır havanın dağıldığına mı
yanayım derken ineceğim yere geldik. eski günlerden kalma alışkanlıkla
hem durakta indirir misiniz deyip hem de durağı işaret parmağımla gösterdim
kaptana.
..
eve dönüş yolunda beyaz bir doblo birbirini tanımayan
bir erkek ve bir kadını yolun her iki tarafında ıslatarak çıldırttı. bir
senelik beddua aldığından eminim. ama insan şoförler de vardı mesela.
hem de kaldırımsız yolda yeşil bir opel astra, oldukça yavaş geçti
yanımızdan. arkasından teşekkür ettim. 10 yıllık duaya bedeldir belki.
ve sonra iki kişinin geçemeyeceği dar kaldırımda karşılaştık güzel bir
sarışınla. bir elinde yeni moda şeffaf şemsiye öteki eli cebinde.
öz güven everest'lerin tepesinde. bana doğru geliyordu işte. reklam filmi
çekiyorduk sanki. ya da fransız draması. fonda hüzünle karışık ama
coşkulu bir fransızca şarkı hayal ediyordum o sırada. lakin gerçekler
biber gibiydi. kulağımda yaşar'ın daha önce hiç dinlemediğim yine de çok
hoşuma giden bir parçasına fit olmuştum. ama sarışın çok güzeldi.
laciverte çalan, çok şık bir montu vardı. on metre kadar kaldırımın bir
buçuk kişinin geçmesine izin veren en geniş yerinde centilmeni
oynayarak, geçmesini bekledim. yine de matrixvari hafif yan dönmek
zorunda kaldık ikimizde. sanırım nizami şarj seviyesinde temasta da
bulunduk birbirimize. istemeden elbet. ama rüzgar gibi geçtik
birbirimizin yanından. yağmur çok hızlı yağıyordu. başımı döndüren
kokusu muydu yoksa bu hızlı geçiş mi derken. bir yandan da sıcak kahvem,
nefret ettiğim o sigara özlemi eşliğinde tüm bugünü yazdığımı
düşlüyordum.
ve mutluluk yolsa şayet, o yolda bugün oldukça yürüdüm
ben usta. aslında iki cumartesidir tanımlanamayan bir sıkıntı oluşuyordu
sabahları. ama sonra ve mesela bugün bu inanılmaz trafiğe, cumartesi
kalabalığına, sıkıcı sabah toplantısına rağmen güzedi işte. ve hala
devam ediyor güzellik. bitmedi de.. iterationların isim annesi neden
sonra ziyaret etmiş. selam etmiş. nasıl sevindim o bile bilmiyor. gerçi
ona da söyledim az önce. artık biliyor.
kaç zamandır buralarda bazen
mutlu insan rolü yaparken ve içim japon nükleer santrali gibi kaynarken,
bir dosttan, hem de hiç beklemediğim bir an da iki satır da olsa
mektup almak...
güzel şeyler bunlar.
çok güzel.
hayat güzel aslında.
yağmur da öyle.
hatta bugün, istanbul trafiği bile.
hayır hayır, tüm bunlar ne bir film ismi ne de repliğidir!
normalde bu yazı burada biter.
evet.
.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...