içimde bir his var, konuşuyor üstelik. ve bu yazı çok uzun olacak diyor.
kış geceleri gibi. bitmeyen tren yolları gibi. ve de hızlı trenler
gibi. kemerlerini bağlasın o yüzden okumaya niyet edenler, oruç
yiyenler, katiller, uşaklar, tramvayın arkasına asılanlar,vapurun
kenarında sigarasız çay içenler, martılara simit atanlar, n'olcak bu
beşiktaş'ın hali diyenler ve siz genç bayan hatta orada öyle göz ucuyla
ve kalkık burunla olayları ve insanları izleyen orta yaşlı beyfendi ve
tabi ki sen sevgili.
07:40 bir istanbul sabahı...
meteorolojiyi
doğrulayan kapalı ve hafif yağmurlu bir hava. dakikada bir kalkan
metrobüse karşın dakikada on bir insanın dahil olduğu istasyon olağan
kalabalıklarından birini yaşıyor. biraz itiş kakıştan sonra
metrobüsteyim. biraz dediğim harbi cenk tecrübesi gerektiren bir çatışma
bu. ha aslında girmiyordum bu kadar telaşeye. dört durak sonra zati
iniyordum. ayakta yahut yatarak gitmem çok önemli değildi. ama işte
merak hem iyi hem kötüydü. o insanlar her biri bir kapıya denk elen
duruş pozisyonunu nasıl alıyor da oyuncak arsızı çocuklar gibi hatta
akınlarda şen bin atlılar gibi nasıl hücum ediyorlar o bir buçuk
metrakarelik boşluğa ilk günden beri acayip merak ve heves ediyordum .
valla
canım çekti ıspanaklı börek gibi sabah sabah ve ben de dahil oldum o
güruha güneşin doğumuna müteakip. biliyorum insanın başına meraktan
gelirmiş hep bazı şeyler ama öte yandan da ukde kalmasın istedim bi
tarafımda. göbeğim de düşmesindi hem.
acemi çaylak olarak uzman
yolcuların her kapı için oluşturduğu komünlerden nispeten az olanının
arkasına konuşlandım ilkin. arkada kaldığım için haliyle ilk metrobüsü
pas geçtim. ikincisi için ben ve komünün sonradan gelen küçük kalabalığı
ikinci metrobüs için yeniden mevzilendik. sanki cesur yürek
filmindeydik. bir mızraklarımız eksikti o derece. ve ikinci metrobüsün
bize doğru hareketlenen yeşilini görür görmez kırmızı görmüş boğalar
gibi
bi huysuzlandık önce, önümüzde durup daha kapılar açılmadan
evvelki tısss sesini duyar duymaz da daldık cenk meydanına. çoluk çocuk,
genç yaşlı, öğrenci memur, erkek kadın yeşil içindeki kırmızı kadifeden
koltuklara kilitlenmiş hedefe varmak için amansız bir mücadelede bir
huniden geçmeye çalışan akide şekerleri gibiydik. her birimiz farklı
renkte. güçlü ve biraz da arsız olanın bir iki omuz darbesiyle
diğerlerini bertaraf edebildiği ve istediği köşeyi seçebildiği manyak
bir dünya. fizikli olmama rağmen biraz yontulmuş olduğumdan çok sevdiğim
cam kenarını denk getiremedim. ama önemli olan katılmaktı. bu imkanı
bize sağladığı için sn. belediye başkanıma müteşekkirim o yüzden. cam
kenarı bi dahaki sefere inşallah.
uzatmayalım. kıçımı ve çantamı
sağlama alıp kulaklıklarımı özenle taktıktan sonra havadan mı sudan mı
bilmem son günlerde eksene alternatif tuttuğum radyo kanalını açıyorum.
ve joy'u dinliyorum gözlerim kapalı. uyumuyorum ama. iyi oluyor. hem
böylece gereksiz nazarlardan ve sonra suçlu suçlu kaçırmalardan muaf
tutuyorum gözlerimi.
tam olarak kaçıncı olduğunu hatırlamıyorum ama
fransızca olmasından işkillenip italyanca olduğuna karar verdiğim ne
slow ne de hareketli ama iki kategoriye de girebilecek güzellikte bir
şarkı ile oturduğum koltuktan yukarıya doğru yükseliyorum. ama yok böyle
güzel bir şarkı. beni benden alıyor. bir sinema filminin içine
giriveriyorum hemen oracıkta. öyle gerçekçi öyle sinemasal bir müzik.
uyumadığımdan eminim. uyanık da değilim ama. londra olmalı burası.
kırk beş derecelik açıyla üzerine gelen misket büyüklüğündeki yağmur
tanelerine inat gümüş renkli bir tren hızla akıyor yeşillikler ve bazen
tek tük evlerin görüldüğü yerleşim birimlerinin arasında. yönetmenimiz
bir kompartımanın içine zoom yapıyor. koca kompartımanda kirli sakallı,
siyah bereli genç bir adam. şu kocaman kulaklıklardan var kulağında.
kucağında fawler'in olasılıksız kitabı. ama okumuyor dışarıya bakıyor
sadece. yağmur damlalarının camla yaptığı düeti mi yoksa dışarıdaki
manzarayı mı izlediği belli değil. ama müziğin etkisi ile uzaklarda
olduğu izlenimi uyandırıyor daha çok. hareketsiz öyle camı ya da
dışarıyı izliyor. kompartıman görevlisinin bir isteğiniz var mı sorusuna
da bu yüzden kayıtsız kalıyor belki. fonda müzik hep aynı, hiç
değişmiyor. trenin hızı ve yağmurun şiddeti de. tünellerden, köprülerden
geçen tren varamıyor bir türlü gideceği yere. genç adam da ilk
sahnedeki istifini hiç bozmuyor. bir ya da bir buçuk saat böyle devam
eder mi bir film. film işte, ediyor. derken bir tünele giren tren
çıkamıyor öteki uçtan. bir tek sarı ile turuncu karışımı alev topu
çıkabiliyor dışarı. film de böyle bitiyor. genç adama n'oldu, trende
makinist ve kompartıman görevlisinden başka yolcular var mıydı? bunların
hepsi bir sır olarak kalıyor ve film boyu çalan italyanca şarkı yerini
charles anzavour'un söylediği fransızca bir şarkıya bırakıyor.
08:05 hala sabah istanbul'da ve yağmur var...
hava
kapalı. yağmur devam ediyor. en sevdiğim istanbul sabahını bir simitçi
kahvesinde karşılıyorum. sanırım ferdi ağbiye nazire yapıyorum biraz da.
doğal olarak bir simit ve bir çay var menümde. metrobüste
tutturamadığım cam kenarı şansım bu sefer yaver gidiyor dominant bir
şarışınla esmer çıtı pıtı arkadaşı ben kendime yer ararken hem
televizyonu hem de iş merkezinin girişini kesen jeopolitik önemi çok
büyük masadan ayrılıyorlar. boğazlardan sıcak denizlere inme hevesindeki
ruslarınkine muadil haset bakışlar eşliğinde konuşlanıyorum yeni
yerime. yukarıdaki televizyonda ntv açık. ama algılar kapalı. çünkü mevzu
hep aynı. baykal ne dedi erdoğan ne cevap verdi, israil özür dileyecek
mi, obama kalıbının adamı olacak mı, yasama, yürütme,yargı hani bunun
ilk sahibi? vesair vesair sorular hep bi de sorunlar...kendi derdimiz
bize yetiyor. uzaktan e-5 görünüyor. yeşil ve sarı renkler hakim yola.
arada mavi halk otobüsleri çeşni oluyorlar. hayat gibi çok hızlı akıyor
trafik. insanlar kümeler halinde işe geliyorlar hala. mevcudu bilmiyorum
ama çok büyük bir iş merkezi burası. hani kaybolmamak içten değil. o
derece. işi olan da sıkıntılı olmayan da. gülmüyor yüzler. kafede
gazetenin iş ilanlarını okuyan delikanlı belli ki istediği bir şey
bulamadı ve hışımla kapattı gazeteyi belki de cebindeki son parayı
garsona uzatıp ağır ve yorgun adımlarla çıktı kafeden. karşımdaki orta
yaşlı abi de pek düşünceli ısırıyor sade poğaçasını. çayından bir fırt
bile almamış onu bu kadar endişelendiren ne ki acaba? sonra garson her
gün aynı tepsileri toplayıp aynı masaları silmekten sıkılmadı mı acaba?
surat ifadesine bakılırsa kafa olarak çoktan bırakmış sadece bedeni
çalışıyor. hayalinde ne var ki acep? burada soru ve sorun çok. en iyisi
hesabı ödeyip gitmeli. belki öğlen yine gelirim.
12:35 güz gülleri gibiyiz...
yemeğe
geldim. haliyle çantam yok ve haliyle defter ve kalem de. yemekten
sonra çay için sabah ki kafeyi seçtim. çayımı yudumlarken bi şeyler
yazarım dedim. elimi cebime attım. cüzdanını evde unutan insan halimle
kalakaldım.
kasiyere bi çay, bi kalem, bi kağıt dedim.
1 TL efendim dedi kasiyer çocuk gülerek...
kalemin bi tane ama. lazım olmaz inşallah dedim.
sorun değil efendim dedi.
iyi.
sabahki
şansım yok. tüm cam kenarları tutulmuş mecburen ortadan ayırdık
yermizi. çay fena değil. ama çok sıcak. olsun sıcak çay severim ben.
televizyonda bu sefer mtv açık. sanırım tr versiyonu. teoman söylüyor.
hangi şarkısı çıkaramadım çok da umrumda değil açıkçası. tadını aldıkça
çay güzelleşiyor. kasiyer de öyle. kaleme ihtiyacı olmasın istiyorum.
arada onu kesiyorum. iyi başka tarafa bakıyor benimle ve kalemle işi
olmayacak kadar meşgul.
tv ye gidiyor gözüm belli belirsiz teoman
gitmiş tanımadığım bir sarışın tuhaf bir şarkı söylüyor ama fena değil.
ismini merak ediyorum ama şarkının sonunu bekleyecek kadar sabrım yok.
cam kenarında sabahki dominant sarışınla aynı anda göz göze gelip aynı
anda suçlu suçlu çeviriyoruz bakışlarımızı başka yöne. o sırada yan
masadaki laurel ve hardy'e çok benzeyen ikili gürültülü biçimde
kalktılar. masaları tvye daha yakındı ama cam kenarı değildi. kaldım o
yüzden yerimde. ama bir yandan da tüm kenarları kesiyorum. sabah buğulu
camın üzerindeki balık motifinden izlediğim girişi ve otobanı merak
ediyorum öğlen saati. hareket yok. o yüzden yazıyorum durmadan. çayım
bitmek üzere.
tam o sırada kasiyer beni keserken sarışın ayaklandı.
sarışının peşinden mi gitsem kalemi mi saklasam candanın yeni şarkısını
mı dinlesem kararsız kaldım. istifa ettim ben de bir kez daha.
18 :30 istifa bir erdemdir...
erdem
bey bildiğiniz üzere bir takım vaatleriniz üzerinize kuruma dahil
oldum. ama görüyorum ki söylenenlerle gerçekler epey bir farklı.
dolayısı ile benim yapacak çok fazla bir şeyim yok bu bağlamda. size
hayatta başarılar ben istifa ediyorum.
" ama mithad bey daha karpuz
kesecektik" vaadine kanmadım tabi bu sefer. "ulan kış günü keseceğin
karpuz ya kelektir ya hormonlu bre mendebur" dedim vurdum kapıyı
çıktım. her akşam keklik gibi koşar adım gittiğim durağa bu akşam yaslı
ve ağır adımlarla gittim. o kadar da kötü değildi. ilk defa bomboş bir
metrobüs aldı o duraktan bizi. canım sert bir şeyler dinlemek istiyordum.
joy fmden radyo eksene aldım kanalı. akşamın en sert parçaları benim
için çalıyordu sanki. iyi ki oradasın radyo eksen dedim. bir kaç gün ihmal
ettim ama biliyorsun ki ilk göz ağrım sensin dedim içimden. yeterince
içimden demediğimi yanımdaki bayanın şaşkın şaşkın suratıma baktığında
anladım. cep telefonu ile konuşuyor ayağına yattım sonra. tamam 19:00 da
nazım hikmette görüşürüz o zaman dedim de yanımdaki bayan kitabını
okumaya devam etti. ama şimdi regina spektor ve şarkısı hero beni mecazi
anlamda bitiren hamleye imza attılar. hiç bitmesin istedim şarkı ve
yolculuk. mutluyduk biz. ama işte bir iyi bir kötü gidiyordu her şey.
ying yang gibi gece ile gündüz gibi. köprü her zamankinden açıktı ve
çabuk bitti yolculuk. sonra 19:00 da nazım hikmet'te olmam gerek diye
yalancı bir hisse kapıldım, kendi yalanına inanan çoban gibi. hava
serindi ama güzeldi. çantam ağırdı ama bundan daha ağır yükleri de
taşımıştım. yürümeye karar verdim.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...