sabahın köründe ve etiler'de iett otobüslerinin yanında son derece
sportif şort ve atletiyle koşan yurdum insanı görmüştüm de benzer
kıyafetle aynı işi aynı ciddiyetle gecenin kör karanlığında icra edeni
ilk defa görüyordum. aslında henüz yeni denilebilecek bir zamanda
gerçekleşmesine rağmen bu olayı unutmuştum işte. yerini ve zamanını tam
hatırlamıyorum şimdi. nette dolanırken bir resim çağrıştırdı az önce.
yine ikibindokuzun sonuna yahut ikibinonun başına denk gelen zaman
dilimlerinin birinde hatırlayamadığım bir filmde aklına geleni hemen yap yoksa karar vermek zorunda kalırsın
deniyordu. filmi unuttum ama bu aforizmayı unutmadım. aslında unuttum
da iki üç gündür yaşadığım son derece boktan karar alma süreci yeniden
çağrıştırdı. seçiyor işte hafıza. portakalın kabuklarını soyup işe yarar
kısımlarını yediğimiz gibi kalanını geri dönülmez şekilde çöp kutusuna
atıyordu. oysa kabukları çok güzel kokar portakalın.
dedim ya boktan
bir karar alma süreci. kötünün iyisini seçmem gerekiyor. aslında ikisini
de istemiyorum. ama istemek zorundayım. asıl seçmem gerekeni her
zamanki gibi kaçış fantazilerimde saklayarak ya mevcut sokak arasından
devam edeceğim hayata yahut ötekilerden birini seçerek iki sokak
aşağıdan beş cadde yukarıdan ama aynı güzergahta aynı paftada devam
edeceğim. değişen sadece detaylar olacak. ama daha öte yanda, hayallerde
okyanusu geçmek varken bu sıradan karar almaların hiç bir önemi
olmadığını bilmek.
işte o, hepsinden boktan...
gene bozuldu klavyemin ağzı. cem yılmaz'da bozmuş yeni filmde. hem olur öyle arada.
birileri
bozacak ötekiler düzeltecek denge böyle sağlanacak. dün izlediğim
iki bin iki yapımı isyan isimli bilim kurguda böyle bir tek düzelik,
hissizlik anlatılıyordu. 4.dünya savaşı çıkmaması ve insanlık adına
insanlığına rağmen cinayetler işlenip, insani duygular
kısırlaştırılıyordu bir ilaç marifetiyle. abedenin barış ve huzur adına
ırakta yaptıkları geldi aklıma. matrixten keanu reeves'den esintiler
çaksa da bazı yerlerinde izlenesi ilginç filmdi. sonra düşündüm de böyle
her bi boku kafaya takan düşünen hisseden insan olmak mı yoksa
sevmeden, üzülmeden, acı çekmeden hiç bir şey hissetmeden ot gibi yahut
filmde denildiği gibi bir saatin tik takları gibi makine düzeninde
yaşamak mı?
sorular
ve sorular....
kısa ve etkili, kendine özgü yazılmış blogları daha çok severken böyle uzun yazmam niye bilmem?
sonra o alkolü alırken sağlığa demek de neyin nesi oluyor?
damlaya damlaya göl oluyorsa, taşıma suyla değirmen niye dönmüyor?
bilim adamlarına,
entellektüellere "taş çıkartan" avşar kızının, - kıraç anlatmış olsa
bile- yediden yetmişe herkesin bildiği şu meşhur vergili-padişahlı-huni
takan tebalı fıkrayı onbeş dakikada çakozlaması normal mi?
entellektüelliğin şanına sığar mı?
banliyö treninin elektriğinin
her seferinde cevizli-maltepe arasında niye kesildiğinin cevabını
2009'da da bulamadım. kısmetse seneye, 2010'a inşallah. olur mu?
hani
iş sabahlarında hava böyle soğuk ve kapalı üstelik yağmurlu iken ulan
şimdi sıcacıkta yatakta öğleye kadar ne güzel uyunur, uyunmasa da
ikindiye kadar sıcak yatak, yumuşak müzik hafif kitaplar eşliğinde ne
keyif yapılırdı deyip de aynı şartlar bugünkü gibi tatil gününde
gerçekleşince sabahın sekizinde şeytan niye dürter ki?
tivilerde
gastelerde ikibindokuzun enleri yazıldı, gösterildi habire. şimdi de
iki bin on için her seneki geyik muhabbeti olan bu yıl yapılacak
listeleri ve bunu yapamayanlara öneriler süslüyor dört bir yanı.
kimse sormadı ama hani ve yine de merak eden olursa nasıl bir iki bin on diye?
her zamankinden, az şekerli ve sütlü olsun lütfen.
evet.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...