bir metrobüs dolusu insan. biri hariç hepsinin yüzü asık yahut ha asıldı
ha asılacak. sanki dünyaya inat tüm uzuvları ile gülen bu sarışının
özellikle gözleri ve yüzü öyle içten gülüyor ki; yeni yılı hakkıyla
kutlayan, kutlayacak olan tek otobüs belki mahalle hatta ilçe sakini o
olacak belli. hafta boyu içinde ve dışında bulunduğumuz şirketlerde
çekilişler yapıldı, karşılıklı hediyeler verildi, kocaman yapay
gülücüklerle iyi seneler dilenip, seneye görüşürüz esprileri patlatıldı.
belki şu bir metrobüs dolusu insan da az önce bu yapaylıktan nasibini
almıştı. ama şimdi mutsuz ve kös kös şu yoğun akıcı boğaz trafiğinde
evlerine gitmeye çalışıyorlardı. giderken akıllarından kim bilir neler
geçiyordu. herhangi bir milli takımın ciddi teknik direktörü görünümlü
kır saçlı amca metrobüsün kapısında tüm ciddiyeti ve vakuruyla dim dik
duruyordu. belli ki ciddi şeyler düşünüyordu. hemen karşısında akutçu
mahruki'ye benzeyen küpeli abi de dışardan gelebilecek olası tehlikelere
karşı tetikteydi sanki. pür dikkat dışarıyı izliyordu. bir süre sonra
solumda muhteşem bir güzellik fark ettim. o'nu daha önce hiç böyle
görmemiştim. belki o hep öyleydi de ben böyle bakmamıştım. bilemiyorum.
ay dolun vaziyette ışıklarını cömertçe boğazın lacivert sularına
yansıtmaktan çekinmiyordu. anlaşılan o ki bir kaç saat sonra havai
fişeklerin yaratacağı her türlü kirliliğe karşı aceleci davranmış iki
resmin arasındaki iki bin dokuz farkı bizlere sunmak istemişti. dedim ya
bugüne değin hiç bu kadar güzel ve çekici bulmamıştım bu manzarayı.
öylesine huzur dolu, öylesine berrak bir manzara. hani ölmenin yeri ve
zamanı var mı bilmiyorum ama varsa da en kallavisi böyle bir yer
olmalıydı mutlaka. ölüme nereden geldik şimdi. tüm güzellikler gibi bir
köprü uzunluğunda kısa sürdü elbet bu güzelliği yaşamakta. hemen sol
arka çaprazımda esmer güzelini görünce yazmayı özlediğimi fark ettim.
aslında esmer güzelini görmesem de yazacaktım. çünkü 27 aralık pazar
günü kendime söz vermiştim. geçen bir yılın hatırına, bir yaşına daha giren blogun hatırına elli beş readers'ın hatırına, ara ara sönüp tekrar
alevlenen içimdeki yazma aşkının hatırına, her daim çantamda taşıdığım
kalem ve defterin hatırına, gün gelir bu yazdıklarımı tekrar tekrar
okuyup hey gidi günler diyebilmenin hüzünlü tadına varmanın hatırına,
zorla bir şey yapmayacağını bilip iyi seneler dileğiyle niye yazmadığımı
merak eden sevgili arkadaşların hatırına, bugüne kadar kendime verdiğim
sözleri tutamamış biri olarak yeni yıla girerken bir batıl inanışı ya
tutarsa diye pratik etmenin hatırına ve unutup yazamadığım daha bir çok
şeyin hatırına yazacaktım. taammüden planladığım bu koşullar dahilinde
ama ille de ben istediğim için yazacaktım....
saat altıyı kırk beş
geçiyordu. bir metrobüs dolusu insan hala mutsuzdu. radyo eksende
placebo çalıyordu. ama ben esmer güzeli olmasaydı da yazacaktım bu
yazıyı.
.
ve şimdi evdeyim...
gece yarısına az bir zaman kaldı.
şehir
çılgınlar gibi eğleniyor, havai fişek sesleri ve dahi ışıkları odamı
dolduruyor. fakat içimdeki boşluk ancak yazarsam dolacakmış gibi geliyor
bana.
aralık 29
mutsuzluktan
mutlu olan bir insan modeli olabilir mi? sanırım o benim. bursa dönüşü
adnan menderes feribotundayım. sanırım en son üç dört sene önce bindiğim
feribotta adnan menderesti hatta bandırmaya hem gidiş hem de dönüş yine
adnan menderesle olmuştu. ilginç olan bu değildi. içinde adnan
menderesin de çokca olduğu ve çok sevdiğim anı kitaplarından yorgun
mayıs kısraklarını bu feribotta bitirmiştim. şimdi yine o feribottayım
ve elimdeki başka bir kitabı sağa sola çeviriyorum anlamsızca. aynı
sayfayı beşinci kez okumayı deniyorum. olmuyor. salonu tıka basa
dolduran bir sürü insana bakıyorum. anlam aramaya çalışıyorum donuk
hareketlerinde. bulamıyorum. anlamsızlık diz boyu. uykusuz'a yöneliyorum
gelirken alıp bitiremediğim. şimdi dönüşte ona da adapte olamıyorum bir
türlü. kendimi müziğin şefkatli sesine bırakıp yanımdaki iki ergenin
laptoplarındaki tatil resimlerine bakıyorum onlara çaktırmadan, onlarla
birlikte. bursa'dan istanbul'a geldiğim zamana eşdeğer bir sürede evime
ulaşabiliyorum ancak. istanbul, trafik, kalabalık, gürültü büyük sorun.
bir şeyler yapmalı!
aralık 28
farklı
bir şehre gitmenin en güzel yanı ; rutin hayatın sıradanlığından
uzaklaşıp, hava değişikliğinin yanı sıra uzun süredir görüşemediğin
arkadaşlarınla hasret giderebilme olanağındır. anlar, anılar bir
süreliğine de olsa çekip alır sizi bu hayattan. bulutların arasında
kaybolursunuz sanki. tabi bunun sonunda bir otel odasındaki yalnızlığa
bodoslama düşmeniz kaçınılmazdır. ama yine de değer buna.
bu kısa
buluşmanın tetiklediği anıları ertesi günkü sınava hazırlanan öğrenci
çalışkanlığında dilinden hiç anlamadığınız fransız bir filmini izlerken
temize çekersiniz bir otel odasında. yahut ışıltılı şehri alıcı gözüyle
izlerken en parlak ışıkta kaybolup arka plandaki şarkı eşliğinde yeniden
koparsınız zamandan ve mekandan. güzel şeyler bunlar.
aralık 27
sanırım
31 aralık gecesi şöyle uzun uzadıya bir yazı yazmam gerekecek. uzun
süren bu yazı kabızlığını planlamadım ama bu yazı işini planlayabilirim.
belki iştahım da açılır o vakte kadar kim bilir? hatta itiraf edeyim
futbol takımı posterlerinde oturanlar denen ama aslında çömelenlerin
durduğu şekilde durmuş tuhaf biçimde radyo eksen dinlerken geçmişe,
özellikle iki bin dokuza ait bir dolu düşünce geçti kafamdan. belki şartlı
reflex. belki değil. ama bunları yazmalıyım dedim. lakin kafadan
geçtiği gibi akılda durmuyor meret düşünceler, kuş gibi uçup
gidiyorlar. artık yakaladıklarımı kayıtlarım dedim ve antika
yöneticimizin keyfine göre yanan kalorifer peteğine dayadım sırtımı.
kalorifer yeni ısınıyordu. ilginçtir her zamanki yerime koymadığım
çantamı kaloriferin yanına fırlatmışım bu sefer. niye bilmem. bir işaret
olabilr mi? defteri ve kalemi aldım içinden. bu ucu bucağı ve bir
anlamı olmayan şeyleri yazdım işte.
şimdi de bloga yazıyorum. olsun. ne iyi ettim de yazdım.
aralık 22
sabah
erken saatler. tezat haller birbirini kovalıyor. dışarısı zehir gibi
soğuk metrobüsün içi kalabalığın etkisi ile sauna gibi. kulağımda
tarantino filmlerini çağrıştıran değişik bir müzik, yukarıda tek tük
martılar uçuşuyor. sonra "hiçkok" un kuşları gibi bir sürü insan pike
yapıyor metrobüsün içine. uzunçayır diyorlar buraya. çok geçmeden sağ
yanımdaki cam buğulanıyor. buğulara yazı yazdığımız anlar geliyor
aklıma. buğulanmadığı zaman ise hohlayıp yapay buğu oluşturduğumuz
zamanlar. sol yanımda oturan delikanlının ağzındaki kokuyu örfbas etmek
için kullandığı nane, karışımı olduğu koku ile daha iğrenç duyumsanıyor.
başımı camdan yana çeviriyorum. üzerine çiğ yağmış bembeyaz çimleri
görüyorum. gözlerimi kapatıyorum. ronan keating time after time diyor o
sırada. bembeyaz karlarla kaplanmış ve bir gölün kenarına konuşlanmış
dağ evini görüyorum uzaktan. kırmızılar içinde biri neşeli kahkahalar
atarak çabuk yanına gelmemi istiyor benden. koşuyorum. ama ben koştukça o
uzaklaşıyor sanki. son durak diye bir ses duyuyorum. hemen yanındaki
yüksekliğe çıkmış metrobüs şoförü; " zincirlikuyu son durak beyim"
diyor. oysa hiç bitmesin istiyorum bu yolculuk. bu müzik. ve bu rüya.
ama daha yeni binmiştim demek istiyorum.
"son durak evet" diyebiliyorum sadece.
son durak.
aralık 18
minibüsün
kapısı açık. hava çok soğuk. üşüyorum ama şoföre de kapıyı kapat
demiyorum. öyle bir pasifize haldeyim. öyle ki dinlediğim müzik ilk defa
tat vermiyor bana ama ben kapatmıyorum yahut değiştirmek için eylemde
bulunmuyorum. eylemsizim, hareketsizim. şehrin en kalabalık bölgesinde
ışıklarda yolcu bekliyoruz. bir dolu hikaye ile insanlar geçiyor. belki
ilk defa oralı olmuyorum. hemen arkamda incir çekirdeğini doldurmayacak
mesele yüzünden yanındaki sevgilisi yahut nişanlısının ve dahi
kulağımdaki müziğe rağmen benim kafamı ütüleyen hatun yüzünden arkama
dönüp, birader allah kurtarsın diyemiyorum. kaybolmak, yok olmak
istiyorum.
olamıyorum.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...