niye böyledir insanoğlu? yahut böyleyim, böyleyiz, böyleler. şu güzelim
an'ın tadını çıkarmak varken nedir bu kaybetme korkusu? bu telaş. bu
hız. bu cambazlıklar? halbu ki hayatta her şeyin başlayıp bittiğini
hatta hayatın kendisinin böyle olduğu bir dünya da bu sonlanışı da niye
kabul etmek istemez? neden zorlaştırır zindan eder hayatı kendine? oysa
ki yazarın dediği gibi basit yaşayacaksın; susayınca su içecek kadar
basit, sevince lafı dolandırmadan söylediğin seni seviyorum gibi.
diyebilmeli, yaşayabilmeli insan. perhaps..
ama yeni maarif
yılının açılış günü nedeniyle saat on üçe kadar beleş olan körüklü otobüste
güneş gözlükleri yüzüne hiç yakışmayan elemana da bu gerçek söylenmez
şimdi basit yaşamak adına değil mi? ama mesela şu mel gibson'ın kadınlar
ne ister filmdeki gibi düşünce okuma mekanizması olsaydı öğrenirdi o
eleman. kim bilir belki o da benimkileri beğenmemiştir. koca körüklüde
güneş gözlüklü iki eleman bizdik. normalde sanki kuralmış gibi dikkat
ederdim böyle şeylere. kapalı mekanda güneş gözlüğümü çıkarır şemsiyemi
kapatırdım. bugün aykırı olasım geldi nedense kendime!
evet belki
bir süredir yazmıyordum ama insanları gözlemleme işine aralıksız devam
ediyordum milli bir görev gibi. hoş sen istesen de istemesen de göze
batıyorlar zaten. misal kazık yutmuş gibi dik duran ama kalçalardan
değil de omuzlardan şanzıman yapıp salınan ablayı mutlak yazmalıyım gibi
bir histeriye kapıldım nedense evlenme dairesinin önünden geçerken.
bence abededeki türk-usa korumalarının itişmesinden daha ilginçti. yahut
bir katil zanlısının anlatımı dakikalar süren sucuk-ekmek
macerasından. ama burada verilmesi gereken en önemli mesaj eğitim
yılının açıldığı bu mübarek günde şu olmalı kanımca; okullarda
çocuklara alfabeden önce saygı, sevginin yanısıra belediye reisinin
sıklıkla binmeyi salık verdiği toplu taşıma araçlarında ne şekilde
davranılacağı ilk ders olarak öğretilmeli. misal adım attığın yerdeki
ilk direğe sarılmayıp ya da mohawk kabilesi gibi şoförün başında
bekleşmemelerini en arkaya doğru ilerlemenin bir vatandaşlık görevi
olduğu örneklerle, slaytlarla anlatılmalı. okuyup okutulmalı. hem ne
demiş atalarımız. yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı. evet.
uzatmayalım.
otobüsten inip bankaları yine zengin ettikten sonra her zamanki
güzergahla her zamanki kitapçıya uğramadan olmazdı. ama yemin ederim bu
sefer çok dirayetli davrandım. cebimdeki son parayı kitaba yatırmadım
bugün. kendimle gurur duydum. cimrilikle tabiki de alakası yok. bir güç
gösteriydi bu. benim yine bana olan gövde gösterimdi! yahut içimdeki
canavara. oyuncak arsızı çocuklar gibi her girdiğim kitapçıdan aldığım
ama okumadığım kitaplar dağ olmasa da küçük bir tepe oluşturmuştu. söz
vermiştim kendime ağlamayacaktım bir , eskilerini bitirmeden yeni kitap
almayacaktım üç. evet ikiyi unuttuk arada değil mi? işin kötüsü harbiden
unuttum.
ama işte önce birikmişleri bitirmeliydim... lakin teoride
çok güzel duran bu fikir uygulamada zor anlar yaşattı benliğime...
kitaplar arasında dolaşırken zor tuttum kendimi.. adamlar işi biliyor.
tuğla diyorlardı ama aslında ytong büyüklüğündeki dan brown üçlemesinin
geçirdiği evrimi görünce teknolojiye bir kez daha biat ettim! ne eziyet
çekmiştim bu ytongları okumak için zamanında. şimdi öyle mi! yine
kalınlık tuğla ama ebat lokum kutusu. adamlar yapmış!
ve yine çok
güzel okunası al benili kitaplar vardı. misal şu meşhur pembe kapaklıyı
almamak için zor tuttum kendimi. gri oldu demişlerdi kapak ama renkler
bozmaz bizi. ilim irfan öğreneceğiz sonuçta. keza saatleri ayarlama
enstitüsünü az daha alıyordum bir anlık gaflet anımda. çünkü geçen
seferkinden daha okunası geldi gözüme. ama sözüm vardı hakim olacaktım
içimdeki canavara. o yüzden herkes alıcı gözüyle hız yaparken ben dur
kalk yapıyordum kitapcıda.
sadık yalsızuçanlar'dan tezer özlü'ye,
ayfer tunç'tan yusuf atılgan'a dolaştık bir dolu kitaplar arasında.
gizli bir aşk bu'yu gördüm. bir kaç aforizmasını yeniden okudum gizli
gizli... "ben seni hikaye dinler gibi sevmiştim be"
de yine bir tuhaf oldum. bir ara niyeyse psikopat'ı aldım elime
parfümün dansı ile birlikte. ikisini de geri bıraktım aylak adam'ı
özlemişim çünkü. hasret giderdik bir nevi.
yukarı tuvalete çıktım. bu
mücadelemi yazayım bugün dedim ve o ara inanılmaz şekilde kitap alma ve
nazım hikmet'de kahve eşliğinde höpürdetme fikri geçti. bu mücadelemi
ve nasıl yenildiğimi de yazarım o zaman dedim. indim aşağıya. ama
ilginçtir mücadele yeniden başladı şartlanmış pavlov'un iti gibim. o
zaman dedim baygınlık yok direniş var. mithad'ın onuru müsrifliği
yenecek ve gündoğdu kitapçılara dayandık ama eldekiler bitmeden satın
almadık gibi sloganlarla mücadelemin giriş gelişme ve sonuç bölümlerimi
de eklemeliyim o halde dedim.
öyle yani.
son tahlilde güzel insan sen perhaps dedin ama ben en çok juanes'in la camisa negra'sını sevdim baştan söyleyim. şu an üçyüzkırküçüncü tekrarda vinampta!
evet.
ciao.
juanes - la camisa negra
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...