farkındayım. yazının başlığı (deniz tarafındaki kaleyi bilenler için söylüyorum) ahmet çakar'ın sonu gelmez futbol muhabbetindeki manipülatif cümleleri gibi oldu. (bkz. geri zekalısın demiyorum geri zekalı mısın diyorum)
mesele elbette ki ahmet çakar ve derin şürekâsı değil. mesele, film zevkimiz ve renklerimiz. mesele kayıp giden iki saatimiz. mesele ölmek değil yeğen mesele.. neyse..
efendim başta kıymetlimiz mubi olmak üzere, sosyalleştiğimiz her köşe başında, maruz kaldığımız her platformda burnumuzun ucuna hatta gözümüzün , kulağımızın içine işbu yazının öznesi olan wim wenders filmini kondurdular. konduruyorlar. konduracaklar.
işte şöyle mükemmel, böyle perfect bir film. yılbaşı gecesi saniye sayar gibi günler ondan geriye sayıldı. sonunda da tıpkı aki kaurismaki'nin sararmış yaprakları gibi bizim dağ fare doğurdu. ama sadece bizim dağ! yanlış olmasın şimdi. zira ve hala okuduğum ve gördüğüm bilimum kritiklerde, instagram ve twitter tugaylarında, blog cemiyetlerinde falan perfect days için öyle sanatsal, öyle edebi ifadeler, öyle uzun manzumeler okuyorum ki gözlerimin yaşarması bir yana kendimden şüphe etmeye başladım...
saygılıyım elbette her görüşe. çünkü ve zira; bu kadim coğrafyada meşum ve meşhur bir söz vardır; renkler ve zevkler tartışılmaz. haşa! tartışmak değil de anlamak, belki anlaşılmak istiyorum. bakın anlamadım demiyorum anlamak istiyorum diyorum!
iki saat boyunca tokyo tuvaletlerini büyük bir hırs ve titizlikle temizleyip en az dört kez tokyo merkez hamamı’nda buruşuk götlü hamam kankalarıyla kendini keseleyen belli ki iç dünyası bizimkinden zengin, az biraz gelişmiş, hümanist, ha bir de şu meşhur "an'ı yaşayalımcılara" koltuk çıkan hirayama dayının hallerinden bir best seller, bir mona lisa, bir süleymaniye şaheseri çıkarmak da nedir allah aşkına? evin kedisi sarmanın, kazaklık çilesini dolaştırdığı gibi annemin, benim aklımı ilmek ilmek karıştıran bu denizler aşırı övgü muhabbetini çözmeye çalışıyorum. film hakkında en amatöründen en otoritesine böyle süslü ve janjanlı yorumları okuyunca varsayılan ve varsayılmayan bütün ayarlarım bozuldu.
sevgili otorite abi ya da ablalarım, ben ne izledim siz neler izlediniz iki saat boyunca?
tamam kabul, dikkati dağınık biri olarak her pisuvara, her sifona ayrı ayrı dikkat edemedim. ama üç kitap ismi gösterdi, bir çiçek ekti, günlük iş rutinini de ibadetsel bir törenle sessiz sedasız yapıyor diye böyle sayfalarca şiirsel makaleler diyorum beni aştı. çok aştı..
lütfen, çok istirham ediyorum; filmleri izlerken ne yiyor ne içiyorsanız bize de söyleyin. pahalı bir şey değilse biz de yiyip içelim. ağustos böcüğü gibi dans edip şarkı söyleyelim. şiirsel makaleler düzelim.
ha bi'de unutmayalım ki; hirayama dayımız, japonya'da (2.dünya savaşından sonra) şu dünyanın belki en hoşgörülü, en saygılı adamlarının olduğu mıuhitte cirit atıyor. koy bakayım taksim'e aynı hümaistlik kalıyor mu? iki saatte dili de uçkuru da çözülür yeminle. ben misal işimi sevmek istemez miydim? ki allah var tüm olumsuz şartlara rağmen her cuma akşam saatlerinde bir de aybaşlarında çok sevdim işimi. ve nemrut, sinsi, hesapçı patronuma, arkamdan kuyu değil obruk kazan iş arkadaşlarıma, kural koyucuların gece yatarken akıllarına gelip olur mu olmaz mı demeden sabah uyguladıkları saçma sapan sistemlerle mücadele etmeme rağmen. otuz yıl bir masanın başında hirayama dayıdan daha titiz yaptım tüm hesaplarımı, mizanlarımı. ama işte yukarıdaki hal ve şartlar yetmiyormuş gibi istanbul'un trafiği, gürültüsü derdi pahalılığı bırak hümanistliği insanlıktan istifayı çağrıştırıyor.
şu hirayama dayı işe minibüsüyle her gün cevizli'den taksime gitsin yahut metro-metrobüsle gitsin bakayım. bu hümanistliği kalırsa bana da mithad demesinler selim desinler bundan kelli. aha o çıkarcı bencil takashi gibi bir değil binlercesiyle karşılaşsın da göreyim. öyle bir müptezele cebinden bir kere hibe etmek kolay binlerce dansöze ne yapacak hirayama dayı merak eder, cif kokulu ellerinden öperim!
ha yalan yok şimdi, yeğeni gelene kadar bir şey olacak hissiyle mıy mıy tıy tıy izledim filmi. yeğeni ve kız kardeşi gelince dedim tamam şimdi bir şeyler olacak. hikaye asıl burada başlayacak diye boşuna heveslendim. başladığı gibi orada bitirdiler hikayeyi. ve üzüldüm hirayama dayı gıcık ve sosyetik kız kardeşine içtenlikle sarıldığında karşılığını almadığı zaman. ama hayat da böyle bir şey değil miydi? bak buradan şiirsel ve metaformsal bir makale girilebilir. isteyince olabiliyormuş demek.. neyse..
film diyorum; bir de hala niye sakladığımı bilmediğim kıyıda köşede kalmış üç beş kasetimi hatırlattı bana. kaset biriktirip dinleyen insan candır. en yüksek puanı da zaten buradan aldı hirayama dayı..
ve son olarak, bir kaç haftadır malum bir petrol şirketinin tuvalet özneli reklamı sizin de dikkatinizi çekiyor mu? sizi bilmem ama ben ister istemez kesin bu filmden sonra çekilmiştir o reklam diye düşündüm. sadece düşündüm. öyledir demiyorum balkın!
evet şimdilik diyeceklerim bundan ibaret.
ev sinema sistemlerinizde seviyorum hepinizi.
esen kalın. sinemayla kalın. hoşçakalın
m.s.