istanbul hatırası - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

istanbul hatırası

sonbahar



bazen olur öyle.
herkes, her şey sana karşı gibidir. dünya üzerine yıkılır. yetmez galakside ne kadar gezegen var üstüne düşmek için sıraya girmiştir sanki. öyle bir sabahtı. anahtarımı, gözlüğümü ve beremi aldım. çıktım dışarı. kış güneşi göz kırpıyor. ama zemheri soğuğu da fena ısırıyordu yüzümü gözümü. atkı sezonunu daha açmadım. sadece gri beremi cebimden çıkarıp taktım. tuhaf. bu bereyi 2015 kışında mecburen almıştım kadıköy'den. beğenmeyip kenara atmıştım sonra. bu kış giyer oldum. şimdi işte yine kafamda. doğuya, güneşe doğru yürüdüm önce. yürürken ıssız'ı aradım, açmadı. sıkıldığımızda birbirimizi ararız. başka da kimse aramaz beni kendi derdini anlatmak için. bazen de müfettiş işte. ötekiler hep içine atar. söylemezler. ben buraya atamadığım fazlalıkları da atarım onların üzerine. neyse müfettiş de açmadı. yürümeye devam ettim. ıssız ararsa kavşakta hemen buluşabilelim diye durağa yöneldim. müfettiş gibi değildir o. mutlaka geri dönüş yapar telefonlarına. ara sıra randevulara geç kalmak dışında prensiplidir. özverilidir.. ..
durakta güneş alan güzel, kimsesiz bir banka kuruldum. yarım saat otobüs bekler gibi yaptım. dokuz otobüs geçti. insanlar indiler. insanlar bindiler otobüslere. ben hiçbirine binmedim. ıssız da aramadı. güneş bulutların arasına girince kalktım. güneye doğru yürüdüm. deniz kenarına inip inmemek konusunda bir süre kararsız kaldım. inmedim. kuytuda, salaş bir kafe gördüm. soğukta sıcak ve demli bir çay iyi giderdi. cam kenarındaki bir masaya kuruldum. neden sonra, kafede bir sürü boş masa varken yaşlı, ecevit kasketli bir amca geldi. tahta sandalyeyi sürterek, iğrenç sesler çıkarırken "yiğenim" dedi ama gürültüden dediklerinin gerisini anlamadım. sonra sırtı duvara, sağ yanağı da camekana gelecek şekilde karşıma oturdu. esnaf tanıyor olacak ki imamın abdest suyundan hallice, son derece açık bir çay getirdi hemen. bizimki hiçbir şey demeden cebinden çıkardığı on lirayı masaya bıraktı. biraz dışarı baktı. biraz beni inceledi. sanırım kulaklıklarımdan dolayı konuşmayı tercih etmedi. ben de işini kolaylaştırmadım açıkçası. zaten çok konuşasım yoktu. telefonumla oynayıp arada da kafamın üstündeki televizyonda dönen, amerikalıların bize bahşettiği ‘ef on altı’  haberlerine baktım. amca son fırtı çekip geldiği hızla gitti. o sırada ıssız aradı mudanya’daki çiftliğine gidecekmiş. haftaya görüşürmüşüz. "tamam" dedim. kafeden çıkıp bu kez gelişigüzel olarak yürüdüm. ayaklarım beni, geçtiğimiz yaz sonu  biladerle geç vakitlere kadar oturduğumuz büyük kitapçıya götürdü. bir kitapçının azametine, bir üşüyen ellerime baktım. fazla düşünmedim. içeriye girdim. alt kattaki yeni çıkanlara baktım önce. onlarca kitap arasından iranlı yazar sadık hidayet’in kör baykuş’u dikkatimi çekti. ama almadım. yukarı çıktım. burada da son günlerde adını sık duyduğum deli ibrahim divanı gözüme çarptı. biraz okudum ortasından, sıkıcı geldi.  bıraktım. bangır bangır mahir ünsal eriş’i gördüm hemen yan tarafta. 'acaip' isimli kitabı dikkatimi çekti. arka kapakta aşk hikayesi vs yazıyordu. aldım kitabı, oturdum yandaki masaya. bir kaç sayfa okuduktan sonra ondan da sıkıldım. insanlara tepeden bakmaya başladım. aşağıda laptoplu öğrenciler kafalarında koca kulaklıklarla ders çalışıyorlardı. hemen yan taraflarında küçük, yuvarlak bir masada gözlüklü bir adamla, kıvırcık saçlı bir kadın hararetle bir şeyler konuşup kahve içiyorlardı. gri pantolonlu, yeşil kazaklı kitabevi görevlisi kadın bir yandan ileri geri volta atarken öte yandan telefonla konuşuyordu. sağa sola her hareketlendiğinde otomatik kapı açılıp kapanıyordu. benden başka kimse bunun farkında değildi. hiçbir işime yaramayacak olan bu bilgiyle ne yapacağımı bilmiyordum. hem niye ve hangi yollardan geçerek buraya geldiğimi de bilmiyordum. bazen diyorum oluyor öyle.
.
sezen aksu - istanbul hatırası