ev - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ev



bir insanın evi neresidir? yuvası ya da yurdu tam olarak nasıl bir yerdir? doğrusu ve gerçekten öyle bir yer var mıdır? yoksa topraktan gelip toprağa gideceğimiz realitesinde bu tür arayışlar beyhude midir? insanın ne kadar yaşayacağını bilemediği bir dünya denkleminde 'tamam işte burası' diyerek kök salıp güzel anılar biriktirebileceği, zamanı gelince de huzurla ölebileceğini düşündüğü bir toprak parçasını, dört duvar ya da ahşap arasını araması çok mu çelişik yahut fazla mı ütopiktir?

babasının işi nedeniyle göçebe gibi şehir şehir gezen bir sürü arkadaşım oldu. biz o arkadaşlarımın aksine İstanbul içi göçmeniydik. babamın işi nedeniyle değil de bütçesi ve bazen huysuz, bazen açgözlü ev sahipleri yüzünden yıllarca ev ev, semt semt dolaştık İstanbul'da. benim hatırladığım ilk evimiz anne ve babamın beşinci eviydi. kocaman bir evdi. o kadar büyük ve uzundu ki, geceleri her tuvalete kalkmamda ipekyolu gibi uzun gelen dar ve korkunç holü vardı. tuvalet koridorun en sonunda, soldaydı. aksi gibi elektrik düğmesi de sona yakın bir yerdeydi. düğmeyi bulana kadar akla karayı seçer, aklımdan ve arkamdan ne tür canavarların geçtiğini kimselere anlatamazdım. o koridorun sonunda bir de kömürlük vardı. evet şimdi bana da saçma geliyor ama o zamanlar şartlar vahimdi. evin içinde kömürlükler, tuvalete bitişik mutfaklar normaldi. zaten fakirlik de böyle bir şeydi. benim ilk evimin annemlerin beşinci evi olduğunu öğrendiğim gibi bana saray büyüklüğünde gelen evin de aslında 1+1 ev olduğunu sonradan öğrendim. tuhaf bir yapıydı zaten. yoldan beş metre yükseklikte bir bahçesi vardı. kot farkıymış bunu da sonradan öğrendim. o bahçede dut, elma ve armut ağacı olan çift daireli üç katlı şekilsiz bir binaydı sonuçta.

insanların çocukluğunu çok kurcalayan biliminsanları ve psikologlar doğru söylüyorlarsa şayet çocukluğumun neredeyse tamamını geçirdiğim bu 1+1 saray yavrusundaki korkularım, gece gördüğüm kâbuslar, o küçücük eve yatıya gelen misafirlerimizin enerjisi, bir kış günü yüksek giriş balkonumuza düşüp üç gün misafir ettiğimiz kumru, yine aynı  balkondan benim sırtı düşerken sadece peşimden atlayan babamın parlament mavisi montunu hatırlamam ve bir sürü şey bugünkü benin, benliğimin oluşumunda etkendir. tabi bu oluşumun büyük kırılmalarından biri de babamın bir kış akşamı ablamla beni kapı dışarı etmesiydi.

babam sinirli bir adamdı. ama iyi bir adamdı. yalnızca damarına basmamak gerekiyordu. çocuktuk tabi o zamanlar bunu bilmiyorduk. ailede bu işi en iyi annem yapıyordu. deyim yerindeyse babamın düğmesinin yerini biliyordu. onun hasta olduğu ve bizim rahat durmayıp kudurduğumuz, sanıyorum saç saça baş başa kavga ettiğimiz bir akşam ne olduğunu anlayamadan daire kapısında bulduk kendimizi. bu şekilsiz binanın en sevdiğim yönü; yan yana iki dairesinin olduğu giriş katımızda hemen önümüzdeki kaymak gibi çinilerinde türlü oyunlar oynadığım, avlu gibi ama üstü kapalı, kocaman geniş bir alanın olmasıydı. o soğuk, zemheri akşamı ablamla oradaydık işte. ben bir süre ağlayıp zırlamış, ablam ise hiç kımıldamadan ve konuşmadan sanki bir bildiği varmış gibi kapının önünde dikiliyordu. sonra bir ara ne olduysa erkekliğim tutmuş "hadi yürü gidiyoruz, bizi istemeyeni biz de istemiyoruz" diyerek ablamı dışarıya doğru çekmiştim. ama ablam; "saçmalama salak, bu karda kışta nereye gideceksin, bekle birazdan açarlar kapıyı" demişti. nitekim 15-20 dakika sonra annem açmıştı kırmızı, ahşap kapıyı. ablam haklı çıkmıştı. tecrübe böyle bir şey olsa gerekti. ben dokuz, ablam 15 yaşındaydı o zaman. tabi ve büyük ihtimalle annemin içeride yürüttüğü diplomasinin büyük etkisi vardı kapının açılmasında.

bu olaydan aylar sonra bir kere de kemerburgaz'dan selami amca'nın man kamyonuyla getirdiği kömürleri koyduğumuz kömürlüğe hapsetti babam ablamla bizi. sanırım yaz ayıydı. bir kaç kömür kırıntısı, eski eşyadan başka bir şey yoktu. gelen tıkırtı seslerine bakılırsa bir iki de fare bizimleydi o yaz akşamı. on dakikalık bu cezadan sonra başka disiplin cezamız olmadı. ondan sonra da büyüdük zaten. ablam liseden sonra okumadı. yirmi üçünde, bir akşam aniden onu istemeye gelen komşumuz emriye teyzenin tuzla'da oturan yeğeni ile evlendi. ben liseyi bitirdim. sonra üniveristeyi. 
tabi tüm bunlar olurken iki ev daha değiştirdik. orta ikiye giderken babamın işi nedeniyle değiştirdiği tek ev olan 2+1 daireye, avrupa'dan anadolu yakasına taşındık. bu altıncı evimizdi. üçüncü senemizde,  işi nedeniyle sefaköy'de oturan ev sahibimiz; "önümüzdeki ay emekli oluyorum, derhal evi boşaltın ben oturacağım" dedi. babam sinirli ama hakkaniyetli adamdı. sonuçta adamın evi dedi, maraza çıkarmadı. başkası olsa zaman çok az, kışın ortasında nerden ev bulacağız der çamur yapar,  altı ay daha oturur, üstüne taşınma parasını da alırdı. hiç birini yapmadı babam. sevilen adamdı mahallede. konu komşu onun için araştırdı. on beş gün sonra dört sokak ötede, ayakkabıcı hilmi'nin  1+1,5 dairesini tutuverdik. sonradan öğrendik ki eski ev sahibi kendi taşınmamış bizimkinin iki kat fiyatına başkasına kiralamış evi. babam bunu duyunca biraz kızdı, sunturlu bir küfür savurdu sonra da unuttu. asla kin tutan birisi değildi. öfkesi anlık, sevgisi ömürlüktü.
.
biz, boya badana temizlik derken bir haftada taşındık. fakat rahatsız, huysuz adamdı hilmi. iki daireli müstakil evinde karşılıklı dairelerde otururduk. annem işe okula giden bizlere soğukta kahvaltı etmesinler diye sabah erken kalkıp dışarıdan odun kömür taşıyıp, temizlik yaparken çıkardığı seslerden rahatsız oluyormuş beyefendi. bu nedenle iki kez babamın önünü kesti. şahit olduğum ikinci ön kesmede babamı hiç bu kadar hiddetli görmemiştim. bizi sokağa ve kömürlüğe attığında bile. bir kömürlük bulsa o an ayakkabıcı hilmiyi bir daha kapıyı açmamak üzere içeri kilitleyeceğinden emindim. yumruklarını sıktı sadece, bir kaç da sert cümle etti sadece. ama hilmi'nin ödü bokuna karıştı. telaşla evine girdi. 3 hafta sonra aynı mahallede sinoplu behçet amca'nın evine taşındık. bu babamın 16 senedir bulunduğu istanbul'da sekizinci eviydi. tayini çıkmış taşra memuru gibi ortalama iki sene de bir ev değiştiriyorduk. ama en uzun kaldığımız evlerden biriydi behçet amcanın evi. üniversiteyi artık üç kişilik ailemize çok büyük gelen bu 3+1 evde kazandım. ablam evlenip ben de 4 seneliğine eskişehir'e okumaya gidince annemle babam hem behçet amcanın yüksek kira zammını bahane edip hem de bu kocaman evde iki kişi ne yapacağız diyerek aslında ablamın ve benim anılarımdan kaçmak için bir sokak yandaki hasta fenerli kamil amca'nın bahçe kapısından daire kapısına sarı laciverde boyanmış küçük, bahçe katına taşındılar. dokuzuncu evimiz güneşi az, ama sevgi ve saygısı çok olan rengârenk bir evdi. kamil amca babamı kardeş gibi görmüş, arada balık yemeye çağırır, fener beşiktaş ve meşhur tavla atışmalarını yapar, kira zamlarını bile babama bırakır olmuştu. babam emekli olana kadar bu evde oturduk. 
sıcak bir yaz günü emekli oldu. ablamın düğününden sonra ilk kez takım elbiseli ve hüzünlü gördüm onu. bir demet çiçekle, bir sürü hediyeyle yollamışlardı elinde. dokunsan ağlayacak gibiydi. tam çeyrek asır omuz omuza çalıştığı arkadaşlarından ayrılmak zor olmuştu. bıraksalar bir yirmi beş sene daha çalışırdı. ama kamu işyerinin kuralları katıydı. şeriatın kestiği parmak acıtmamış ama birazcık gözleri yaşartmıştı.
emekli ikramiyesi ile mahalledeki boş arsalardan birini alıp ev yapmayı düşünüyordu. ben arsayla evle uğraşma iki tane daire al otur aşağı dedim. gençtim. iktisat okuyordum. ve çok biliyordum. beni değil yüreğinin ve hayalinin sesini dinledi. bahçeli güzel bir ev yaptı benim tüm karşı çıkmalarıma hatta çirkefliklerime rağmen. zaten sonunda pes etmiş, adamın 25-30 senelik emeği. sana ne oluyor demiştim kendi kendime. 
bu ev onuncu ve sonuncu evi oldu.
ev sahibi olmasından  beş yıl sonra, emekli olduğu yaz günü gibi sıcak bir ağustos akşamı dünyadan da emekli oldu. ardından "evini yaptı, çocuklarını okuttu, işe soktu, evlendirdi, tam rahata ereceği zaman, yaşayamadan gitti" diye ağıt yakan annem tek başına oturuyor şimdi o evde.
babam öldüğünde hemen yanında satın aldığımız yere, babamın yanına soğuk toprağa uzanacağı günü bekliyor yıllardır, sabırla. 

hikayenin başındaki soruyu şimdi sormazsak ne zaman soracağız?

bir insanın dünyadaki yeri, evi neresidir? 

ya da öyle bir yer var mıdır?

babamın evinden ayrıldıktan ve evlendikten yani on dört yıl sonra istanbuldaki yedinci evindeyim. ortalama iki yıl. babamın ortalamasını tutturmuş durumdayım. şimdinin taşra memurlarının bile bu kadar sık ev ve yer değiştirmediği düşünülürse bazı şeyler genetik sanırım. tıpkı şeker, tansiyon gibi bazı insani davranışlar da ırsi olarak ebeveynlerden çocuklara geçiyor sanki.
uludağ üniversitesinde dördüncü ve son sınıfta okuyan kızım da bursa'daki ikinci evinde oturuyor. ve seneye yeni işinde, yeni bir semtte oturacak.
.