beş vakit - 27 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 27


sabah
: zamanlamam yine kötü. altıdan beri ayaktayım. çayı demleyip jonas'ın ruhuna rahmet okuyarak market alışverişine geldim. önden bir iki ıvır zıvır işimi de hallederim diye erken çıktım yine. fakat işim çabuk bitti. marketin açılmasına daha on beş dakika var. hayır son günlerin popüler olan marketi değil beni her zaman kazıklayan markete geldim. kaçınılmaz olanın zevkine varmak için! canım sıkılmasın diye joy fm'i açtım. arabada bekliyorum. evet markete arabayla gidengillerdenim. bahanem yok. bahane uydurasım da, hem yüzü olan utansın. benim yok!
.



öğle : kahvaltıdan sonra, yarımdan önce melisa kesmez'in yeni kitabı küçük yuvarlak taşlara başladım. ama çok uzağa gidemedim. çünkü sakin, kendinden emin bir yol hikayesi ile karşıladı beni kitap.  gitmenin binbir türlüsünü kurdum hemen kafamda. normalde üç kupalık kahvaltımı dört kupaya çıkardım. sabah beri nazlanıp esmeyen rüzgara bozuldum. güneşsiz balkonda ne olur ne olmaz diye şemsiye açtım. burgaz'ın arkasında kaybolan çınarcık'taki anılarımı yokladım el yordamıyla. son tahlilde, kitabın yol hikayesine girmek için henüz hazır olmadığını düşündüm. yine de tam anlamıyla terk etmedim kitabı. muhlis bir kedi gibi kucağımda tuttum. belki ani bir rüzgar çıkar da okumaya yeniden başlarım diye. ne rüzgar çıktı ne de çınarcık girdiği pusların içinden gül yüzünü gösterdi. kimsenin mecali yok gibi bu kirli ağustosta hareket etmeye. benim de öyle. yoksa gitmeyi düşündüğüm o kadar çok yer var ki. o kadar.. sonra işte kapı çaldı. dün akşamüstü amazon'dan sipariş verdiğim kitap aklımdan çıkmış. onu getirmiş kurye. yine açgözlülük yapıp okunmamış ve yarım kalmış bir dolu kitap varken bu haftaki üçüncü kitabımı aldım. ama söz verdim bu sefer kendime. üçünü de en geç üç haftada bitireceğim.  onlar ve onlardan sonraki üç kitap bitmeden yenisini almayacağım. söz verdim...
..


ikindi : 2021 yapımı, siyah beyaz bir Fransız yapımına rast geldim. les olympiades- Paris 13th district isimli filmi usul usul izlerken, 29:51. dakikasında kulağım çınladı. bu tür işaretlere çok inanmam. ama niye bilmem filmi durdurdum. telefonu aradım. balkonda unutmuşum. baktım, cevapsız arama yoktu. kısa mesaj servisinde amazon kitabını teslim ettiklerine dair not vardı. ki bunu zaten biliyordum. whatsapp'ta patronun dünden kalan talimatları vardı. ve mail bomboştu. sanki mailden beklediğim on beş sayfalık bir mektup çıkmamış gibi saçma bir hayalkırıklığı oluştu birden. inanmadığım işaretlere bel bağlamış olmama mı üzüleyim yoksa o anki kimsesizliğime mi bilemedim. mutfağa gittim. film başlamadan demlediğim çaydan ikinci kupamı aldım. bir şeyler iyi gitmiyordu. neredeyse her şey yarım kalıyordu. tüm suçu İstanbul ve nemine, ayrıca beni kıytırık bir rapor için iki haftadır bırakmayan, kısa bir tatile izin vermeyen patrona yükleyebilirdim. yapmadım. bütün eşekliğin bende olduğunu kabul ettim. fakat yine mutlu olamadım. filme devam edip etmemekle bunları yazmak arasında kaldım. çayımdan bir yudum alıp düşünmeden yazmaya başladım. 17:09
.
ah evet film bayım! yukarıdakileri yazdıktan sonra devam ettim filme. ilginçti. başladığım gibi usul usul bitirdim. çoğu zaman erotizm sosuyla süslense de bir derdi vardı filmin. doğrusu ben otuz üçünden sonra hukuk fakültesine dönen nora ile girdim hikayeye. hele o ilk nora sahneleri. yeni evi. uçan kuşlar. fayansları tek başına onarması falan. siyah beyaz güzelliklere, nora ayrı bir güzellik ve oyunculuk kattı. aslında olayımız bir adam ve üç hatta dört kadın çemberinde dönüp durdu. her birinin ayrı yaraları vardı derinlerde. biraz deneme yanılma, biraz içgüdüsel, herkes bir başkasında, başka bir ruhta ve başka bir tende iyileştirmeye çalışıyordu sanki yarasını. yahut hayat merhemini arıyordu. öyle yani. film az önce bitti. hava alma ihtiyacımı hissettim. sanırım birazdan kısa bir yürüyüşe çıkacağım. 18:18
..


akşam:. bir çocuk parkında oturuyorum. çok fazla rüzgar esmese de evin bunaltıcılığından daha iyi burası. etrafımda genç anneler-babalar, torun gezdiren dedeler, nineler. başrolde elbette çocuk çığlıkları. bir an düşündüm de zamanımızdan ne farklı. bizim parkımız kesme taş döşemeli sokaklardı. anne babalarımızın peşimizden koşturacak vakitleri mi istekleri mi mecalleri mi yoktu bilmiyorum. ama hiç bu kadar korunmadık. zaman evet. devamlı dönen ve değişen dünya. yıllarla değil anlık değişimlerle hatta bazen. abdülhak şinasi hisar'ı haklı çıkaran zaman. artan çocuk çığlıkları ve esmeyen rüzgar beni de değişikliğe itiyor. hemen bir üstteki büyük parka atıyorum kendimi. az sayıdaki banklar dolu. yürüyüş parkurunun yanındaki orta yaşlı bir ağaca sırtımı verip toprakla karışık çimene oturuyorum. üzerim kirlenecekmiş, yeşillenecekmiş düşünmeden. çünkü çok güzel esiyor bir. taze çimen kokusu harika bu da iki. hah bunu yazınca filmden bir sahne aklıma geldi. camille'nin kekeme ama stand up yapan kardeşi bir skecinin başlangıcında şöyle diyordu; 
" yapılan bir araştırmaya göre topluluk önünde konuşma yapmak insanların birinci korkusudur. ikinci korkusu ise ölüm..."
öyle midir gerçekten?
..


yatsısaat sekize geliyor. akşam vakti bile gelmeden şimdi yatsıyı yazmak, bugüne kadarki yirmi yedi adet 'beş vakit' yazısında ilk olacak. gerçi yazacak pek bir şey kalmadı gibi. hiç bir şey yapmadan bugün de bitecek. ve yarın benzer bir güne uyanacağım. 
...
ya da ve belki de üst paragrafı hiç dikkate almadan, mülga sayarak biraz da balkonda oturup burgaz'ın estirdiklerini bu vakte yazabilirim.
.
ne var ki biraz düşününce; tatlı tatlı esen bu rüzgarı, nispeten temiz havayı bırakıp gitmek dünyanın en aptalca işi olacaktı. 
bırakmadım. 
gitmedim.
.
etrafı izlemeye koyuldum. sanki herkesin bir amacı ama daha çok yapılması gereken bir görevi vardı. etrafım görev aşkıyla yanıp tutuşan dünyalılarla çevriliydi. çocuklar çılgınca kuduruyordu. rengarenk şort ve tişörtlü yetişkinler ısrarla ve hunharca parkın etrafında dönüyordu. emekli abiler banklarda memleket kurtarırken, orta yaşlı kadınların spor yapmayanları günlük dedikodularını yapıyordu. kedi ve köpeklerin bile şirinlik yapma görevi vardı sanki. 
bu dünyaya bir ben mi fazla mıydım? 
ya da eksik?
sordum. 
ama cevap alamadım. 
sonra işte onu gördüm. 
yaklaşık elli belki de yetmiş metre paralelimde. sırtını benim gibi ağaca dayamıştı. pembe bir tişörtü, laci bir kotu vardı. başında açık bir bandana ya da toka. elinde kalınca bir kitap. okumaktan yorulmuş da etrafı izliyor sanki. arada cam bir şişeden koyu kahverengi bir şeyler içiyordu. kahve, sıcak ya da soğuk çay olabilirdi. olmayabilirdi de. sıcaktan bunalıp parkın serkeşliğine atmış kendini belli. okuduğuna göre bir şeyleri sorguluyordur muhakkak. sorguluyorsa o da başka bir uyumsuzdu demekki. ya da olayları ve insanları görmek istediğim gibi görüyordum. kendime yandaş arıyorumdur. 
olamaz mı?
olabilir.
ne diyordu dan in real life (2007) filminde steve carell; şaşırmak üzerine planlar yapın..
ve işte tam bu anda moğollar'dan yolum seninle şarkısının çalmasına ben hiç bir şey demiyorum artık. kamuoyu zaten en halisini takdir eder.
öyle yani... 20:13

..