36 - kafes - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

36 - kafes




zarifoğlu'nun yaşamak kitabını bu sefer tersten okumaya başladım. bazen yaparım öyle. hayatla arama dayanılmaz, ulaşılmaz mesafeler girdiğinde. kendimi her şeye karşı (kendime bile) nötr bir halde bulduğumda yani. sıkıntımı, boşluğumu giderecek yeni bir şeyler aramak yerine daha önce yaptıklarımı, okuduklarımı, izlediklerimi, düşündüklerimi başka bir zaviyeden tekrarlamak diyorum. fena olmuyor. sıkıntıyı, boşluğu tamamen yok etmiyor belki ama en azından derin dondurucuya kaldırıyor bir süreliğine. bugün de öyle bir gündü. iki yüz ikinci sayfadan yüz elli dördüncü sayfaya kadar zarifoğlu okudum. daha fazla geriye gidemedim. balkona çıktım. dışarıda hafif bir ayaz ve tembel bir kış güneşi vardı.
.

mahallenin sadece güneş alan sokaklarında varacak bir yerim varmış gibi sert adımlarla yürüdüm. yürüdükçe açıldım. açıldıkça daha hızlı yürüdüm. kulağımdaki müziğin sesini açtım. yürüyüş boyunca sadece ali haydar tirmisi (kervan) dinledim. üç gündür zaten onu dinliyorum. bu müzikle aramda değişik bir bağ vardı. ama iyi mi kötü mü hala çözebilmiş değilim. her dinlediğimde sanki derinlerdeki yaralarımı hem seviyor hem de dağlıyor gibi bir hal oluşuyor. üstelik tuhaf biz haz alıyorum bundan. düşünmeden yürüyor, ses etmeden dinliyordum..
.
semt parkının önünde yolumu kaybetmiş gibi durdum. önümde üç yol bir de güneşte pinekleyen bir sokak köpeği vardı. sonra  bir baba ve bir kızı girdi ilgi alanıma. baba, kızının oynadığı gazoz kapağına futbol topu muamelesi yapıp bak şöyle bir hareket var diyerek şov yapmak istedi. başaramadı. sanırım mahcup olmasın diye bunu görmezden geldim baba ikinci denemesine hazırlanırken. -huyumuz kurusun- erkeklerin tabiat-ı şahanesidir; bir şeyi olmuyorsa, oldurana ya da öldürene kadar zorlamaları. babanın üçüncü ve dördüncü denemelerine kalmadım. parkın güneşli kesiminden caddeye çıkmaya niyetlendim. ama gözüm kızıl topraklı bomboş parka takıldı. geri döndüm. her daim dolap beygiri gibi dönen kalabalığını hakir gördüğüm bu sessiz parkta yürümek istedim. geriye döndüm. dönüşümün iki yüz yetmişinci derecesinde maskesinden, beresine ve dahi ayakkabısına kadar siyahlar içinde yürüyen bir kadın soran gözlerle bana baktı. soruyu anlamadım! fakat soru neydi diyene kadar köşedeki virajdan kıvrıldı gitti. ben kızıl topraklı yola girdiğimde ak saçlı, kırmızı-siyah eşofmanlı, mavi fularlı bir abi geldi önüme. temposu, yaşına göre hiç fena değildi. ondan gençtim. hızlıydım. ve ali haydar tirmisi dinliyordum. virajda yakaladım. ama geçmedim. çünkü herkes bilir bunu, virajda yürüyüşçü geçmek bütün medeniyetlerde ayıp sayılır. ilk düzlükte yanından sessizce geçtim. siyahlı kadına yetişmem imkansız gibiydi. son düzlükteki banklarda üç kadın günlük ya da haftalık belki ömürlük dedikodularını yapıyorlardı. belli ki dört duvar arasında sıkılmışlardı. biraz nefes almak, haftaboyu içlerinde birikenleri boşaltmak ve terlik pijama ayak altında dolanan kocalarından kaçmak için kahverengi banklara çıkmışlardı. lakin bunalıp da çıktıkları, çıktığımız yer de aslında içinde hapsolduğumuz kocaman, yuvarlak bir küreden başka bir şey değil miydi? 

bunu düşünerek yürümeye devam ettim.
.
dün izleyip çok gülüp, çok beğendiğim, eğlenirken düşündüğüm the mirror has two faces (1996) filmindeki matematik profesör kadar olmasa da bazı şeyleri sayılara dökme huyumu geç fark etmiştim. misal; parkın bir tam turunun 350 adıma denk geldiğini ve dört turdan 1400 adım attığım gibi gereksiz bilgiyi hafızama yazdım. sonra da parktan çıkıp cadde yoluna düştüm. kendime çok belli etmesem de küçük, önemsiz gibi görünen ayrıntıları yakalamak ister gibi bir halim vardı. kah kaldırımda günlük iaşelerini arayan güvercinlere, kah güvercinleri dikizleyen sarman kedilere ve onların yanından bastonuyla geçmiş yıllarına dayanarak ağır ağır yürüyen teyzeye bakıyordum. aslında ve sanki bir anlam bulmak ister gibiydim tüm bu olan bitenden. yanımdan geçip giden gazlı arabalardan yayılan tüp kokusuyla tepemdeki güneşin yüzüme vuran ısısını, kulağımdaki müzikle harmanlanıp bana güzel bir şeyler hissettirmesini umarak adımlarımı ayarladım. ama hızımdan ve tirmisi'den taviz vermeden yürüdüm. en son ne vakit böyle tempolu ve çok yürümüştüm. anımsamaya çalıştım. bulamadım. üzerinde çok durmadım. çünkü karşıdan çok tatlı bir çift geliyordu. altmışlarının belki ilkbaharında belki yaz ayalarında pamuk saçları rüzgarda savrulan bir bey amca ile bir hanım abla el ele, öyle tatlı yürüyorlardı ki. öyle tatlı..
onları öyle görünce yürüyüşü, müziği ve hatta dünyayı unuttum. cemal süreya'yı anımsadım.
o meşhum dizesini.. 
"yaşlanıp öyle kol kola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın sen.." dediği hani.
kıskandım demek ağır olur belki ama imrendim o bey amca ile hanım ablaya. sokağın başında gözden kaybolana dek baktım peşlerinden. bir şey bulmak niyetinde değildim sanki bu sefer. sadece ve galiba uzmanların dört koldan ve tekmili birden salık verdiği anda kalmaya çalışıyordum. maşallah dedim. ve şarkıyı değiştirdim.
.

fasıl-ı jazz - bülbülüm altın kafeste