ekim - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ekim


gözde tasarım yazıyor her ikisinin sırtındaki polo yaka mavi tişörtlerde, adımları bir, boyları da öyle. hatta siyah pantolonları ve lacivert şapkaları da aynı. bir örnek giydirilen ikiz kardeş gibiler. iki gündür, öğlenleri bu abilerle turluyorum semtin ıssız sayılabilecek parkında. ama çok yavaşlar. hem sohbet edip hem aheste aheste yürüyorlar. sanki kaçırdıkları hayatın -en azından bundan sonraki kısmını- içlerine sindirmek ama daha çok haz almak istiyor gibiler. onlar ikinci viteste ise ben dörtte, bazen beşteyim. belki de yürüyüş boyunca dinlediğim tek şarkının etkisindendir bu kadar hızlı olmam. çünkü ve zira; caro emerald’a takılmış telefonumdaki şarkı. ben abilere tur bindirdikçe caro hanım öyle tatlı “ver, ay em” diyor ki, o coşkuyla vitesi altıya kadar çıkartabiliyorum. bir de işte aylardan ekim. güneş var. lakin esintiler sonbahardan. hele ki, rüzgarın o kışa bulanmış sonbahar kokusu yok mu? yerdeki tek tük sarı yapraklar sonra. ve üstelik ekimin biri. 
böyle olunca, turgut uyar’ı hatırlamamak mümkün mü?
eylül toparlandı gitti işte
ekim falan da gider bu gidişle
.
ama gitmesin, ekim.
mümkünse bütün aylar ekim olsun. doğduğum gün gibi hatta.
..
ben yürümeye devam ediyorum. abiler yok görünürlerde. az ileride, vietnamlılarının şapkalarına benzer bir çatısı olan çardağın altında üstü başı boya olmuş, rengarenk bir emekçi öğle yemeğini yiyor iştahla. yanından hızla geçip rampaya tırmanıyorum. vitesi düşürüyorum elbette. düzlüğe çıktığımda ise, yaşlı bir amca, bir belediye bankına sol ayağını uzatarak yarım oturmuş, sağ elindeki bastona da dayanmış şekilde derin derin düşünüyordu. beni farkedince yüzünü benden yana çevirdi. göz göze gelince, başımla selam verdim. “aleyküm selam” dedi. başıyla da ayrıca tasik etti. sonra maskesini düzeltti. ben yürümeye devam ettim. bu arada parkın ziyaretçileri arttı. birinci turu atarken abiler ve benle birlikte yürüyen üç adam ve salıncağa binen iki çocukla toplam beş kişiydik koca parkta. şimdi karşıdan bana doğru gelen siyah saçlı, siyah pantolonlu ve beyaz gömlekli bir esmer ekleniyor mevcudumuza. düşünceli adımlarla, o da aheste yürüyüşü seçmiş belli. futbol sahasının yanındaki bankta oturan bir anne ise, çocuk arabasıyla gelmiş. sağ ayağıyla çocuğun arabasını ileri geri sallarken, kendisi telefonda günlük dedikodu kotasını dolduruyordu. çocuk ilginçti ama, öyle mağrur kurulmuştu ki arabaya geleceğin başbakanı olmaya namzet bir sarı kafaydı. değişik bir enerji aldım. ben belki bilmeyeceğim ama ileride çok büyük adam olacak o çocuk. aha buraya yazıyorum! 
öyle hissettim. bilmiyorum. hislerimin yalancısıyım dedim içimden. yürümeye devam ettim. durmadım. üç tam tur daha attım bu yamuk dairede. yürürken de düşünüyordum. benim küçük dünyam ya da dünyanın küçültülmüş, minimize edilmiş haliydi sanki bu biçimsiz yuvarlak. her dönüşte farklı yüzler, farklı olaylar görüyordum. güneşin açısı değişiyor, ışık değişiyor, sesler değişiyordu. hatta renkler bile. her dönüşte yeni bir tecrübe. yeni bir hayat. dikkatli bakılmayınca fark edilmeyen. bilinmeyen pek çok şey. ama biliyordum. ekim ayı başkaydı. ve hep başka güzellikler taşımıştı hayatıma. sanki bu ekim de öyle olacak gibiydi. sanki.. umarım...
..