şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim. gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.
- oğuz atay / tutunamayanlar-
eski haziran yazılarımı okuyorum.
geçen seneki, ondan önceki yılın. hatta yedi haziran önceki yazılarımı. ama ne aradığımı
bilmeden. oysa dün sıcaktan akşama kadar kavuran haziran, şimdi basbayağı üşütüyor.
mevsim bile normalini arıyor. ben neyi aradığımı bilmiyorum. eksik bir parçam
varmış gibi sanki. işe gitmediğim her sabah erkenden kalkıp zürafa boynu gibi
göğe yükselen iki binanın arasından uzaklara bakıyorum. gözümün görebileceği en uçta; burgaz ve
bir tutam mavilik. ama aklım başka coğrafyalarda. hiç gitmediğim üstelik. belki
ve asla gidemeyeceğim. bunu bilmek işte; içimde bir yerlere dokunuyor.
sana
da oluyor mu?
sen
de düşünüyor musun yahut ve doğrusu yakalıyor musun kendini hiç olmadık bir
zamanda? keşke bambaşka şartlarda tanışmış olsaydık diyor musun benim gibi?
oysa
ve deseydim ki sana; uzun cümleler beni yoruyor. artık kısa cümleler kuralım. hatta hiç bir şey yapmayalım. sadece şiir okuyalım. dostoyevski okuyacak yaşı geçeli çok oldu çünkü. ben
misal, ilhan berk severim.
peki
ya sen?
sahi
sen, hangi şairi?
hangi rengi?
hangi çiçeği?
hangi rengi?
hangi çiçeği?
ah
benim budalalığım.
neyse fazla uzatmayalım.
hem
ilhan da bizim. süreya da, turgut uyar da.
gökyüzü
zaten bizim.
son tahlilde demem
o ki sevgili; eylüle daha çok var. şimdi bir hamak bulalım. yanına da biraz
rüzgar. biraz deniz kokusu. tom waits ile ölümüne uyuyalım.
ama
bak, mutlaka kısa cümleler kuralım.
.tom waits - how's it gonna end