nerdeyse her sabah görüyorum onu. bu sabah da gördüm. karşı kaldırımlardayız. o iniyor. ben çıkıyorum aşiyan’dan hallice yokuşu. nasıl dakiksek artık aşağı yukarı hep aynı yerlerde karşılaşıyoruz. ve her gördüğümde sağ eli mutlaka dolu. sigarayı tutuşu, içine çekişi öyle sahici ki. üstelik ben bu hayatı çözdüm dostum tadında bir de mağrur yürüyüşü yok mu? insan imreniyor. çevirip sorası geliyor. nasıl başarıyorsun? nasıl?
15 kasım cuma / yatsı
“usta, yirmi liradan bi’çemenzar vardı” diye seslendi grip olmuş ya da olmak üzere olan hastalıklı bir ses. tam arkasında oturduğum şoför ya duymazlıktan geldi ya da gerçekten duymadı. cevap vermedi. beriki bekledi. bir dakika, iki dakika. sanırım üçüncü de tekrar seslendi.
“20 liradan çemenzar vardı” dedi.
şoför kayıtsız kalmadı bu sefer.
“tamam abi, on lira gelsin vericem para üstünü” dedi.
yolcu “tamam” diyerek sonlandırdı diyaloğu.
keşke dedim benim de tek derdim, dolmuştaki para üstü olsa. ama işte o işler öyle olmuyordu.
ben bunları yazarken kaptan şoförümüz; "öteki 20 lira çemenzar mı?" diye sordu. ama para üstü vermedi kimseye. sanırım grip olmuş ya da olmak üzere olan abinin gazını aldı. tam o sırada yanımdaki boş koltuğa oturmaya çalışan bir kadın koltuk yerine sağ baldırıma oturdu. ama ne oturmak! leğen kemiğine denk geldiysem demek ki hala ağrıyor bacağım. inene kadar da ağrıdı. üstüne sanki ben onun bacağına oturmuşum gibi dönüp soldan soldan baktı bana. günahını almayayım ama şimdi. belki de özür dileyecekti. kulaklığımı ve pıtır pıtır telefona bir şey yazdığımı görünce vazgeçmiş olmalı. lakin çemenzar’a gidecek abinin vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. tam on beş dakika sonra yine hortladı.
“benim 20 liranın üstünü niye vermiyorsun usta?”
18 kasım pazartesi / akşam
aylak adam’ı henüz bu akşam okumaya başladım. az önce, on sekizi biraz geçe. aslında 17'yi biraz geçe tanpınar mı atılgan mı ikilemine düşmüştüm. patrona özel sebeplerim var diyerek bugün işe gitmemiştim. özel işlerimi erkenden bitirip mahallede yeni açılan markete girdim. düğündeki çalgıcılara dolar saçan görgüsüzler gibi herkesin pazar torbasıyla geldiği markette kasadaki kıza “dört tane poşet istiyorum” dedim. kız şöyle bir yüzüme baktı. sonra emin olmak için "dört mü? dedi. kıza uğurlu sayımın 4 olduğunu, ayrıca aldıklarımı temizlik ve gıda olarak ikiye ayırdığımı, ağırlıkları dengeli olsun diye onları da ikiye ayırdığımı anlatmak uzun süreceğinden sağ el baş parmağını avucumun içine gizleyerek dört işareti yaptım ve evet "dört poşet lütfen" dedim. alış verişi yapıp eve gelir gelmez bir aydır müptelası olduğum dizimi izledim akşama kadar. tam beş bölüm. galiba bu dizi izleme rekorumdu. emin değilim. lost ya da yeditepe istanbul’la egale de etmiş olabilirim. ama çok mühim değil. sonra işte dizinin bir yerinde aylak adam düştü aklıma. peşinden tanpınar huzur’u. dizi biter bitmez aylak adam için kitaplığın başına gittim. fakat önce zarifoğlu gülümsedi bana. tezer özlü 'ayran mı içtik' der gibi baktı. birhan hanım susma hakkını kullandı. nihayet arkalarda, kaytaran tembel öğrenciler gibi atılgan ve tanpınar’ı sırt sırta vermiş olarak gördüm. akşamın güneşini selamlıyorlardı. kararım katiydi. bu kış ikisini birlikte okuyacaktım. içeriye geldim. ikisini üst üste masama bıraktım. çay demlemeye gittim. dönüşte diziden bir bölüm daha izledim. dizi bittiğinde saat on sekizi biraz geçiyordu. radyo voyage açtım. çayımdan bir yudum aldım. sağıma baktım. huzur. hemen altında da aylak adam duruyordu. atılgan'ın kitabını sanki bir yerini incitirim korkusuyla yavaşça aldım ve okumaya başladım.
..
19 kasım salı / öğle
bazen, bazı insanların hiç seçenek hakkı olmuyor. oysa benim üç seçeneğim vardı. elli beş dakikalık paydosum için ya ofiste radyo voyage açıp gözlerimi dinlendirecektim. yahut dışarı çıkacaktım. evet iki seçenek oldu, doğru. fakat dışarı çıkınca ya kahve ve güneş için varoş kafeye ya da sadece güneş için belediye parkına gidecektim. üçüncüsünü seçtim. güneşin alnında hotel california dinliyorum şimdi.
..
17 kasım pazar / ikindi:
çocukluğumuzun en uzun, en dik yokuşunun başındaydık. arabanın içinde iki kocaman adam. dile kolay tam çeyrek asır sonra. hüzünle, eski mahallemizin değişen çehresini izliyorduk. kafamızdan onlarca anı, bir film şeridi gibi geçerken birden sordum.
“hatırlıyor musun? çocukken bu yokuşu çıkmak ne zor gelirdi bize. baksana şuna üç adım da bitiyor hem sandığımız kadar da dik değilmiş.”
şoför koltuğundaki istifini bozmadı hiç. sadece dışarıda tuttuğu sol elini içeri aldı, sigarasından da derin bir nefes. dumanını dışarı üfledikten sonra kısa ve öz konuştu.
“çocukken insanın dünyası çok büyük oluyor selimciğim. ama büyüdükçe bu dünya küçülüyor. şimdi yaşadığımız tam da böyle bir şey işte.”
..