balkona
koyduğum katlanabilir masanın bir ayağı topallıyor ne vakittir. az önce çayımı
dökünce, bir bankanın vermiş olduğu eşantiyon bloknotlardan sekiz on tanesini
katlayıp altına koydum. topallaması tam geçmedi ama eskisinden iyice oldu.
çayımı güvenle içebiliyorum artık. keşke diyorum bütün meselelerimiz böyle
olsa. altına özel bir bankanın yahut hastanenin eşantiyon kağıdını koyarak
halledebilsek.
misal hep
bahsedilen öteki evren gerçekten olsa en paralelinden. ve evrenler arası
yolculuklarımız olabilse. o vakit işte bazı şeyler şimdikinden çok daha kolay
olurdu. hani diyorum bu alemde ve rüyalarda buluşamazken kim bilir kaçıncı
paralelde buluşurduk. umut dünyası işte. ömür bitmeyince ümit de bitmiyor.
geçenlerde
uzun zamandır görmediğim ve durumumuzu bilmeyen bir arkadaşım seni sordu.
bozuntuya vermedim.
“iyi”
dedim. “çok iyi!”
iyisin
değil mi?
iyi ol.
.
ben?
ben bir
acayibim. tıpkı bu temmuz sonları gibi. sıcaklık ve rutubet artarken, rüzgar ve
yağmur da şiddetini artırıyor. iklimim bozuldu sanki. karışık haller. balkonda
tek şemsiye yetmez oldu. iki şemsiye, iki rejisör koltuğu ve bir masa bütün
sermayem. ama filmim hep eksik. hep yarım. çünkü sen...
neyse,
geçelim bunları şimdi.
hem
söyledim. benim ümidim baki.
şimdi
misal -bilhassa senden sonra- ve boş vakitlerimde hep birhan keskin okuyorum.
biliyorum, bir gün birlikte okuyacağız. o vakte hazırlık olsun diye altını
çizdiğim keskin kelimeleri okuyorum.
bazen de
unutmayayım diye geçtiğimiz yolları yürüyorum. hansel’le gratel gibi
anılarımızı serpiştiriyorum adımladığımız sokaklara. sonra işte çay içtiğimiz
kafeler. dolaştığımız kitapçılar. bazıları kapanmış. yerlerine kumpirci,
gümüşçü falan açılmış olsa da anılar taptaze. yerli yerinde. ümidim de öyle.
.
ama dedim
ya biraz karışığım bugünlerde. şimdi işte birhan hanım’ı bırakıp cemal
süreya’yı yaren edindim kendime. zira tren yolculuğu diyor. güzel günler diyor.
bilirim tren yolculuklarını ne seversin. e bende severim. bir hayalim vardı
hani. aslında bir sürü var da... senli ve benli olan en büyük hayalimi diyorum.
cumbalı bir ev. küçük. mütevazı. cumba demirlerinde gözün gibi baktığın
çiçekler hani. o evin işte yüksek giriş de olsa bir balkonu varsa ne güzel
olurdu. kış güneşi mutlaka vuracak ama! tren yolculuğunu diyorum, nasılsa
yaparız.
lakin
hayat çok tuhaf! ne yapacağını, ne yazacağını şaşırıyor insan. tam kızartma
düşkünü komşularımdan bahsedecekken bir kuş kondu balkon demirine, iki metre
ötemde. ama nasıl siyah bir kuş. hayır karga değil. bir cins güvercin. ama
nasıl güzel. fotoğrafını çekip göndermek istedim. ben çekene kadar uçtu gitti.
tıpkı kısa süreli mutluluklarım gibi. huzura en çok yaklaştığım zaman oysa
kuşları gördüğüm vakitler. bir de işte seni özleyip özleyip karaladığım bu
satırlar...
ama ve
yine ne çok bahseder oldum kendimden değil mi?
sahi sen
nasılsın?
nicesin?
yaz bana.
o sarı kağıtlara*
bu sabah
yaşlı bir çift gördüm parkta. görsen öyle şirin, öyle sevgi dolu yürüyorlardı
ki kıskandım. yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın
sen*
.
hayallerim
var demiştim. sıradan ama bir o kadar imkansız görünen hayaller
geliştirmekteyim. hüznümüz çünkü sevgilim. gözlerimizden çok dinlediğimiz
şarkılarda ele veriyor artık kendini.
bilmiyorsun!
bu
mektuba ikindi vakti başlamıştım aslında. tam toparlayıp yollayacakken bir
telefon trafiği başladı ki sorma. nerdeyse bir ömre sığabilecek bütün
talihsizlikler bir pazar akşamüstüne sığındı. neyse ki halledip eve döndüm.
şimdi şehrin yalancı ışıklarına karşı yazıyorum kalan satırlarımı. fondaki
müzik değişti elbet. ahmet kaya oldu.
hüznümüz
çünkü sevgilim.
artık
biliyorsun....
.
* cemal süreya - on üç gün
mektupları
.