Sabah, sekiz buçukta alacaklı gibi
dayandım kapısına. Habersiz gitmiştim. Şaşkınlığı ile sevinci iç içe geçmişti.
Gözleri parladı. Ne diyeceğini bilemedi. Bir yandan da sayaç okumaya gelen
elektrikçi olmadığım için üzüldü. Daha elini öperken söylenmeye başladı.
"Hep evde yokken geliyorlar. Bu ay da
gelmezlerse sonraki fatura çok yüklü gelir," diye serzenişte bulundu.
Dert edeceğini bile bile; "Dert
etme," dedim.
“Ben telefon ederim pazartesi günü
gelirler.”
“Unutma ama!”
“Unutmam, unutmam meraklanma.”
“Çayı yeni yaptım. Hadi geç içeri de
kahvaltı yapalım beraber,” diyerek her zamanki telaşlı adımlarıyla mutfağa
yürüdü. Peşinden gidip masanın yanına iliştim. İçerisi taze demlenmiş çay
kokuyordu. Mutfak tezgâhında sırtı bana dönük vaziyette yiyecek bir şeyler
hazırlarken bir yandan da laflıyorduk. Daha doğrusu o anlatıyor, ben
dinliyordum.
“Ablanlar da yarın gelecekmiş oğlanla.
Aslında dün geleceklerdi ama ablana izin vermemişler işyerinden. Hem zaten
çocuğun da deneme sınavı mı ne varmış? Bitmiyor bunların sınavı. Bu kadar ders
çalışmaya profesör olmaları lazım. Enişten de işten çıkmış yine. Boş boş
dolaşıyormuş on beş gündür. Zamanında alıştırmışlar tabi rahatlığa, sıkıya
gelemiyor adam. Bir de kira ödeselerdi ne olacaktı acaba? Rahmetli
kayınpederinden Allah razı olsun. Hiç olmazsa bir daire verdi. Emekliliği
dolana kadar sebat etseydi bari bir yerde. Ama yok! Bunların sülalesi böyle,
biliyorum. Kadınları çalışır, erkekleri yatar. Zamanında rahmetli babana
söyledim ama dinletemedim. Neymiş? Çocuklar birbirini sevmiş. Al işte! Sevgi
karın doyurmuyor. Sersefil yaşıyorlar. Allah sonlarını hayır etsin.”
Eskiden her şeyi bu kadar dert etmezdi.
Son zamanlarda küçük meseleleri bile abartıp gereksiz yere büyütmeye başladı.
Kimseyi bulamazsa bahçe kapısını kapatmıyorlar diye komşu çocuklarıyla kavga
eder oldu. Gerçi eniştem konusunda sonuna kadar haklıydı. Şimdi işte kendine
yakın birini bulunca ablamı, eniştemi bahane edip tüm yalnızlığını mutfağa
sermişti. Soluklanmasını fırsat bilip lafının arasına girdim.
“Tarık aradı mı anne? Ne zaman
gelecekmiş?”
“Bayrama kadar, bir hafta boyunca Antalya’da
seminerleri varmış. Dönünce de hastanede nöbetçiymiş. Bayramın üçüncü günü
gelebilecekmiş ancak. Sen bari iyi ki erken geldin oğlum. Aslında yarın
bekliyordum seni. Babanın mezarına da gideriz değil mi bugün?”
“Gideriz tabi. Kahvaltımızı yapar yapmaz
çıkarız.”
“Selim, mezardan gelince de şu incir
ağacının dallarını budatacağım sana oğlum. Yaprakları çok dökülüyor
temizleyemiyorum artık eskisi gibi. Camın üzerine doğru da eğiliyorlar hep.
Evin içi karanlık oluyor. Bir de banyodaki musluk çok damlatıyor. Ona da bak
evladım.”
“Tamam, anne gelince hepsini hallederiz.”
*
Kahvaltıdan sonra, o sofrayı toplayıp
bulaşıkları yıkamaya hazırlanırken ben de allı güllü sinisini arkaya fon yapıp
aile ve dost meclislerinde meşhur olan yaprak sarması ile baklavasının
fotoğrafını çekiyordum mutfakta.
“Çiçeklerimin resmini de çek,” dedi
aniden.
“Neredeler?”
“Bahçedeler. Ama şimdi çekme.”
“Ne fark eder ki? Şimdi çekeyim işte,
hazır niyetlenmişken.”
Ses vermedim. Sadece dudaklarımı
büzüştürüp, başımı duymadım anlamında iki yana salladım. Çünkü ilk kez
görüyormuş gibi yaz kış sırtından çıkarmadığı babamın yazlık, ince yeşil
hırkasına gözüm takılmıştı. Yıllar önceki kazağımı hatırlatmıştı durduk yere. Hafıza
garip bir şey, bazı anılar hiç silinmiyor zihinlerden. Ömür boyu, sessiz bir
gölge gibi seni takip ediyor ve hiç beklemediğin bir anda, ilk günkü
canlılığında gözünün önüne geliyor. Yine öyle oldu.
“Anne, lisedeyken bana ördüğün bir yeşil
kazak vardı hatırladın mı?”
Elindeki bulaşığı bırakıp aniden döndü ve
neredeyse o günkü kızgınlığıyla;
“Hatırlamaz mıyım?” dedi.
Sonra yeniden ama bu sefer başka bir şey
anımsamaya çalışır gibi daha ağır hareketlerle elindeki işine geri döndü.
***
Liseyi bitirdiğim yılın kışıydı sanırım.
Yahut lise ikiye gidiyordum. Hani Turgut Özal, Naim Süleymanoğlu’nu Türkiye’ye
getirmişti. İşte o yıl.
“Sen bir giy hele, bu soğuklarda kip tutar
oğlum,” demişti annem kazağı bitirince.
İtiraf etmem gerekirse annem üzerimde ilk
provaları yaparken çok beğenmemiştim. Hatta rengiyle dalga geçtiğim cırtlak
yeşili bir kazaktı. Fakat Ayşe sayesinde birden ısınıvermiştim bu renkli
kazağa. Çünkü çok sevmişti.
Ayşe, lisede bizim sınıftaydı. Hem
sevmese gözlerinle uyum içinde olmuş der miydi? Kazağımı sevdiyse belki ileride
beni de severdi. Dünyanın en mutlu insanıydım. Lakin kelebek ömürlü bir
mutluluktu benimki.
Annem kötü haberi verdiğinde saat sekizi
biraz geçiyordu. Akşam yemeğini yeni yemiştik. Babam işten gelmiş, biraderim
derslerini bitirmişti. Televizyon kumandası kimde kalacak kavgası yapıyorduk
sanırım. Ama bir saniye, o vakitler bizim kumandalı televizyonumuz yoktu ki!
Var mıydı? Emin değilim şimdi. Ama bir şey için mücadele veriyorduk bu kesin.
Galiba dolma kalemimi almıştı. Evet, evet dolmakalemimi almıştı. En sevdiğim,
pelikan mavi mürekkeple Ayşe'ye, ondan habersiz mektuplar yazdığım kalemimi.
Tam dolma kalemi çekip kurtardığım an, evde yangın çıkmışçasına çığlık çığlığa,
pancar gibi kızarmış bir suratla salona girdi annem.
“Anne ne oldu?” demeye korkuyorduk.
Zaten onun da kimseyi görecek hali yoktu.
Soluk almadan dağarcığında ne kadar beddua varsa hepsini bir kamyon kumu
boşaltır gibi salonun orta yerine bıraktı.
“Ocağı yanasıcalar, gâvur deyyuslar,
Allah’ınızdan bulun hırsız köpekler, ben kaç gün uğraştım o kazakla nursuz
herifler, çalacak başka şey mi bulamadınız, beni mi buldunuz, burnunuzdan fitil
fitil gelir inşallah”
Dolmakalem elimde öylece kalakaldım. Bir
Ayşe geliyordu gözümün önüne, bir de annemin salonun orta yerinde çırpınan
hali.
Kazağı giymeye başlayalı daha bir hafta
bile olmamıştı. Tam da Ayşe'nin sevdiğini söylediği günün ertesinde, bahçe
katındaki evimizin önünden lacivert pantolonumla birlikte yeşil kazağımı da
çalmışlardı. Ben, can ve canan derdindeyken hayırsız biraderim de et
derdindeydi.
“Mavi kotum, mavi kotum!” diye koşarak dışarı fırladı faydasız. Benim yeşil kazağım gitmiş. Ayşe'nin çok sevdiği hem de. Ya o da giderse?
“Mavi kotum, mavi kotum!” diye koşarak dışarı fırladı faydasız. Benim yeşil kazağım gitmiş. Ayşe'nin çok sevdiği hem de. Ya o da giderse?
Bu kifayetsiz de kotunun derdindeydi.
Çalmamışlar onun kotunu. O an bir kez daha kızdım bu uğursuz hırsızlara. Gerçi
benim mavi kotum ve lacivert kareli gömleğim de duruyordu. Ama işte çok
sevdiğim yeşil kazağım ve lacivert pantolonum yoktu ortada. Hırsızın bana
garezi vardı sanki. Oysa kimseyle de bir sorunum yoktu. Evden okula, okuldan
eve gidip gelen, kimsenin tavuğuna kışt demeyen, kendi halinde biriydim. Bir
ara benim gibi Ayşe’ye yanık olan ama bir türlü açılamayan bizim sınıftaki
Ercüment’ten şüphelendim. Ayşe, kazağıma methiyeler düzerken uzaktan bizi
izlediğini görmüştüm. Fakat üç mahalle uzakta oturuyordu. Hem öyle çocuk
değildi Ercüment. Yapmazdı.
Fakat onlarca asılı elbise arasında neden
benim yeşil kazağım?
Babam emekli olduğunda ona hediye
ettikleri Pierre Cardin gömleği de duruyordu askıda. Babam demişken. En
rahatımız oydu. Hiç bu kadar sakin, böyle gamsız görmemiştim onu. Hatta bir ara
bıyık altından güldüğünü fark etmiştim. Bir süre sonra annem de kendine geldi.
Derin nefes aldı, sakinleşti.
“Olsun aslanım, ben sana aynısından yeni
bir tane daha örerim,” dedi.
Babam olayların başından beri takındığı
dingin tavırla nihayet söze karıştı.
“Şöyle düşünün çocuklar, belki gerçekten
ihtiyacı olan biri almıştır. Bu biraz olsun hafifletmez mi üzüntünüzü?”
Aslında mantığım ona hak veriyordu. Annem
de az önceki sinirini atmış, başını sallayarak babamı onaylıyordu. Fakat
duygularım. Sonra Ayşe. Kızgındım işte!
Babamın gözlerine baktım. Şaka yapmıyordu.
Hatta hiç bu kadar ciddi görmemiştim onu.
Benim babam. Böyle bir adamdı.
Benim babam. Böyle bir adamdı.
Annem ise, o kış dediğini yapıp iki hafta
sonra aynı kazaktan bir tane daha örmüştü. Çalmasınlar diye bu kez evin içinde,
soba borularına asılan ve yün örme şişlerine benzeyen kalın, beyaz demir
çubuklarda kurutmuştu. Ayşe pek bir şey fark etmemişti. Gerçi bir defasında;
“Yeşil kazağını niye giymiyorsun artık?” diye sorunca paniklemiştim. Ama
“Boğazı çok sıkıyordu, annem düzelttikten sonra yeniden giyeceğim,” diyerek
durumu kurtarmıştım.
Her anlamda zor, meşakkatli zamanlardı
seksenli yıllar. Ama ve lakin özlediğim birçok anımı da bu günlerde biriktirmiştim.
İnsan bazı güzellikleri içinde yaşadığı an fark edemiyor, kıymetini idrak
edemiyor. Her fani gibi bizim de makûs talihimiz bu değil miydi zaten?
***
Annem bulaşıkları yıkamayı bitirip
ellerini kurularken sordu.
“Bir çay daha doldurayım mı?”
“Eline sağlık anne, almayayım daha.”
“Baban olsa bir demlik çayı bitirirdi
şimdi.”
Annemin gayriihtiyari söylediği bu
cümleden sonra mutfağa derin bir sessizlik çöktü. Benim içimde büyük bir boşluk
oluştu. Sonra o boşluğa kocaman bir kaya oturdu. Annem, gözlerini yerdeki
halının motifine sabitlemiş biçimde hareket etmeden, öylece duruyordu. Sanırım
ikimiz de aynı özlemle, farklı yönlere savrulduk. Ben babama dair hafızamda ne
kadar güzel anı varsa hepsini temize çektim. Zaten sevdiğiniz biri hayatta
değilse onunla ilgili hep güzel anılar hatırlanır.
Bir süre hiç konuşmadan oturduk. Neden
sonra hem odaya sinen kasvetli havayı dağıtmak, hem de biraz keyfi yerine
gelsin diye fotoğrafını çekip internet ortamına yüklediğim el hünerlerini
gösterdim.
“Anne bak, tam 1.603 kişi beğenmiş
yaptığın baklava ile sarmayı.
“Nerde beğenmişler. Kim, onlar?”
“Instagram’da anne.”
“Ben bilmem, instekam falan oğlum. Beni
babanın yanına götür.”
Ne vakit babamı özlese, onunla
ilgili anıları depreşse hep böyle huysuzlaşırdı. Babamı ziyaret etmeden de sakinleşmezdi.
Bunu bildiğimden birden ayaklanarak;
“Hadi toparlan da gidelim öyleyse,” dedim.
*
Ben çoktan hazırlanmış, holde annemi
bekliyordum. Ama o bir türlü çıkamıyordu. Her zamanki gibi ocağı kapattım mı,
vanayı sıktım mı, ışıkları söndürdüm mü evhamlarına ek olarak giyinme ve
hazırlanma telaşıyla birlikte yaklaşık yarım saat oyalandı. Dayanamadım.
"Anne hadi!” diyerek içeriye
bağırdım.
“Geldim oğlum, geldim.”
“Memlekete gitmiyoruz ya? On dakika gidip
geleceğiz şunun şurasında."
“Babanın lacivert süveterini arıyordum
evladım. Hani hep giydiği, senin kazağın çalındığı sene örmüştüm”
Nasıl bir pot kırdığımı annem gözlerini
boşluğa dikmeden hemen önce titreyen sesinden anladım. Ama çok geçti. Aniden
durgunlaştı. Telaşlı hareketleri yerini sessizliğe ve hareketsizliğe bıraktı.
Gözleri dumanlandı. Hüzünlü yeşil gözlerini girişteki çiçekli yolluğun üzerine
sabitledi bu kez. Onu bildim bileli her zaman bir gam taşırdı gözlerinde. Lakin
babam öldükten sonra çok daha kederli ve çok daha derin sessizliklerde baktı
hep. Şimdi yine aynı bakış vardı yüzünde.
Elli beş seneye, üç evlada, onca mücadele
ve sayısız güçlüğe baştan savar gibi on dakika biçtiğime mi yansaydım? Yoksa
belleğindeki acıyı tazeleyip yeniden kederlenmesine sebebiyet verdiğime mi
üzülseydim? Zaten ayda yılda bir ancak benimle gidebiliyordu babamı ziyarete.
Ah, aptal kafam benim!
*
On dört dakika sonra rahmetlinin
mezarındaydık. Her geldiğimizde biraz daha artıyordu mezarlık sakinlerinin
sayısı. Mahallede, hemen bitişiğimizde oturan Şevket amca burada da komşu oldu
babama. Yan yana yatıyorlar. İki sene önce defnettik onu. Babamı ise yedi yıl
önce toprağa vermiştik. Oysa daha dün ölmüş gibi. Zaman ne çabuk geçiyor?
"Çam ağacı ne güzel büyüdü,"
dedi annem duasından hemen sonra. Bir yandan mezar taşını yıkayıp bir yandan da
çiçeklere su veriyordu. Önceden, iki üç sene evveline kadar annem babamla
konuşurdu burada. Hiçbir şey söylemiyor artık. Belki yine eskisi gibi
konuşurlar diye duamı okuyup arabaya döndüm. Bilmiyorum ne konuştular? Ya da konuştular
mı?
*
Bir dakika boş kalsa sanki yaşlı dünya dönmesini durduracakmış gibi eve döner dönmez başka bir telaşın içine attı kendini. Rahmetli baban çok
severdi diyerek un helvası hazırlıklarına başladı. Beni de telaşına dahil etti. Mutfak dolabının en tepesinden büyükçe bir tencereyi indirtti.
Tam tencereyi verirken aklıma geldi.
"Akşam kaçta çıkarlar anne?” diye
sordum.
"Kim?"
"Akşamsefaları."
Bugün, ilk defa güldü.