eski günlerimi özledim. bu öğlen güneşi de görünce “hadi” dedim kendime. en son ne zaman gelmiştim buraya. unuttum şimdi. varoş cafe yerindeydi. ama sahibi ve mekanın içi değişmişti. ben de değişmiştim. değişmeyen tek şey güneş ve güneşin cafeye geliş açısıydı.
gençten, temiz yüzlü, siyah süveterli bir genç siparişimi aldı. “az şekerli” dedim onca senenin alışkanlığında. bir yandan da mekana alışmaya çalıştım. yüksek sesli müziğine, düzenli masa ve koltuklarına. yeni dekorlarına. mekan sahiplerimin yerinde ve dozunda ilgilerine. ama canımı sıkan bir şey vardı. sanki görünmez bir el istanbul’un kaosundan beni çekip almış da helsinki’nin sakin, düzenli ve saygılı topluluğuna bırakmış gibiydi burada. hani allah için kahveleri de çok iyiydi. bizim ‘yılışık garsonun’ kahvelerine on basardı. ama yine de eksik bir şey vardı. ben o eski cafenin dağınıklığını, o kendine has salaşlığını, ne bileyim? hatta yılışık garsonun bazen aşırı ilgili bazen umursamaz olan dengesizliğini seviyordum sanırım.
bu yeni ‘kurumsal cafeyi’ sevemedim. sevmedim.
bir daha gelir miyim? bilmiyorum.
bildiğim böyle sonbahar-kış güneşlerinde zıvanadan çıktığım. çalışmak istemediğim. misal; birazdan, tam onbir dakika sonra çok sevgili ofisimde olmam gerek. oysa benim istediğim; bilhassa böyle güneşli ilk ve sonbaharlarda ve tabiki bazen kış aylarında. o cafe benim, bu cafe senin dolaşmak. özgürce ve sessizce yazabilmek. peki böyle bir şey mümkün olabilir miydi bütün mümkünlerin kıyısında?*
onu da bilmiyorum.
onu da bilmiyorum.
söylemiştim bayım.