ani bir frenle durduk. şoförümüz "kontürle mi konuşuyon? bi'daha söyleseydin ya bey baba. duymadık işte
" dediğinde isyankar yolcu çoktan inmişti. gülmek istedim.
gülemedim. ama minibüsün soğuk direğine yapışık vaziyetteki sağ elimin üzerinde
gözümün içine girmesine ramak kalan o narin eli çok öpmek istedim, yalan
yok şimdi. ilk defa başıma geldi böyle bir şey. sahibinin yüzünü dahi
görmediğim bu ince, bu nazenin el, çok hoş, çok öpülesi geldi gözüme.
hayır sarhoş değildim. sabah beri ağzıma koyduğum tek içki rize turist
çayıydı. saat onbiri beş geçiyordu belki de yirmi. bilemiyorum. sonra işte başka, kıllı bir el sarıldı bizim demir tutamağa. ama ne sarılış; sanki arif sağ'ın sazında nota
arıyor abi. rahmetli yıldırım gürses'in eller eller şarkısı geldi aklıma bu sefer. şoförün esprisi kadar komik değildi ama güldüm yine de. güneşi gören bünyelerin kadıköy'e akın etmesi nedeniyle iyice kalabalıklaşan minibüsün içiyle doğru orantılı artırıyordu soğuk demir tutamaktaki eller. ve bir el değdi elime. heyecanlandım. ama hayır! esrarengiz ve
güzel elli kadın değil "orta anadolu türkücüsü" ağbinin kıllı eliydi elime değen. haliyle elektrik alamadım. şansıma küstüm. sonra müsait bi'yerde indim.
.
hazır güneşi bulmuşken biraz yürümek istedim. kıtır kıtır buzların üzerinde hoyrat adımlarla yürürken köşe başındaki dükkanın camında yansıyan görüntüme baktım bir ara. sanki biraz kambur yürüyordum. şöyle bir diklenip doğruldum. yüzümdeki ifadesiz şekle dokunmadım ama. nihayetinde "motooor" sesine koşullanmış oyuncunun film sahnesine başladığı gibi caddede hızla akan hayatın keşmekeşine attım kendimi.
.
bir yandan yürüyor bir yandan da sanki bir süreliğine bir yerlerde dondurulmuş da hayata yeniden salınmış ve her şeyi ilk defa görüyormuş gibi merakla izliyordum etrafımı. yanımdan geçip giden insanları, hayvanları ve dahi irili ufaklı araçları. herkes, her şey sanki öğretilmiş bir güdüyle ve ama belli bir ahenkte, dans edercesine hareket ediyordu. kusursuz çalışan bir makine gibiydiler. öyle ki zamanı geldiğinde gizli bir el düğmeye basacak ve hareket eden tüm bu şeyler anında donacakmış gibiydi.
işte tam o anda tuhaf bir şey oldu. kendimi ve etrafımdakileri yukarıdan izlerken gördüm. nasıl bir oyun ve nasıl bir sahneydi bu? hem başrolünü hem figüranlığını paylaştığım. yürüdükçe aklıma aynı anda üşüşen onlarca şeyi aynı saniyelerde düşünüyor, düşündükçe daha hızlı yürüyordum.
bu hengamede en son hatırladığım; kendimi kestane renkli saçları omuzlarından aşağı biraz dökülmüş, uzun boylu bir kadının peşinden giderken gördüğüm haldi. o an kötü bir bay c. taklidi olduğumu düşündüm. fakat itiraf etmek gerekirse bilinçli bir taklit değildi bu. zira ne zamandır uzaktan bu özellikte bir kadın görsem olric olabilir zannıyla yüzünü görene dek takip ediyordum. ama yıllar sonra bir gün o'na rastladığımda ne söyleyeceğimi hiç düşünmedim. konuşabilecek miydim? onu da bilmiyorum. ama takip etmekten hiç vazgeçmiyorum. bugün yine o olmadığını anladığım vakit kadıköy altıyol'daydım. hem soluklanmak hem de karnımı doyurmak için piraye cafe'ye geldim. ve şimdi oturmuş bunları yazıyorum kulağımda müzikle. tom waits'i bir smoke filminde bir de bahariye'ye çıkan bu dar sokakta çok sevdim.
.
hazır güneşi bulmuşken biraz yürümek istedim. kıtır kıtır buzların üzerinde hoyrat adımlarla yürürken köşe başındaki dükkanın camında yansıyan görüntüme baktım bir ara. sanki biraz kambur yürüyordum. şöyle bir diklenip doğruldum. yüzümdeki ifadesiz şekle dokunmadım ama. nihayetinde "motooor" sesine koşullanmış oyuncunun film sahnesine başladığı gibi caddede hızla akan hayatın keşmekeşine attım kendimi.
.
bir yandan yürüyor bir yandan da sanki bir süreliğine bir yerlerde dondurulmuş da hayata yeniden salınmış ve her şeyi ilk defa görüyormuş gibi merakla izliyordum etrafımı. yanımdan geçip giden insanları, hayvanları ve dahi irili ufaklı araçları. herkes, her şey sanki öğretilmiş bir güdüyle ve ama belli bir ahenkte, dans edercesine hareket ediyordu. kusursuz çalışan bir makine gibiydiler. öyle ki zamanı geldiğinde gizli bir el düğmeye basacak ve hareket eden tüm bu şeyler anında donacakmış gibiydi.
işte tam o anda tuhaf bir şey oldu. kendimi ve etrafımdakileri yukarıdan izlerken gördüm. nasıl bir oyun ve nasıl bir sahneydi bu? hem başrolünü hem figüranlığını paylaştığım. yürüdükçe aklıma aynı anda üşüşen onlarca şeyi aynı saniyelerde düşünüyor, düşündükçe daha hızlı yürüyordum.
bu hengamede en son hatırladığım; kendimi kestane renkli saçları omuzlarından aşağı biraz dökülmüş, uzun boylu bir kadının peşinden giderken gördüğüm haldi. o an kötü bir bay c. taklidi olduğumu düşündüm. fakat itiraf etmek gerekirse bilinçli bir taklit değildi bu. zira ne zamandır uzaktan bu özellikte bir kadın görsem olric olabilir zannıyla yüzünü görene dek takip ediyordum. ama yıllar sonra bir gün o'na rastladığımda ne söyleyeceğimi hiç düşünmedim. konuşabilecek miydim? onu da bilmiyorum. ama takip etmekten hiç vazgeçmiyorum. bugün yine o olmadığını anladığım vakit kadıköy altıyol'daydım. hem soluklanmak hem de karnımı doyurmak için piraye cafe'ye geldim. ve şimdi oturmuş bunları yazıyorum kulağımda müzikle. tom waits'i bir smoke filminde bir de bahariye'ye çıkan bu dar sokakta çok sevdim.
bir insan hüzünlenirken nasıl mutlu olur. ya da
edilir?
belki yine hiç hesapta yokken beliren bu nazlı kış güneşi belki sokağın otantik havası. bilemiyorum. ama ve son tahlilde müziğin büyüleyici gücü yadsınamaz...
.
çok fazla durmadım cafede. devam ettim. bir çok sokağa, o sokaklardaki tüm sahaflara ve yeni kitapçılara girdim, çıktım. gülen, hüzünlenen, sinirlenen, sigara içen, mal ve hizmetini bağırarak satmaya çalışan insanları izledim. en son girdiğim kitapçıda aradığım özel bir şey yokken bir kaç kitap karıştırdım. ama acayip soğuk geldiler. hani ve sanki bir şey eksikti içlerinde. ama ne? bir süre eksik olan bu boşluğu aradım... sonunda buldum.
belki yine hiç hesapta yokken beliren bu nazlı kış güneşi belki sokağın otantik havası. bilemiyorum. ama ve son tahlilde müziğin büyüleyici gücü yadsınamaz...
.
çok fazla durmadım cafede. devam ettim. bir çok sokağa, o sokaklardaki tüm sahaflara ve yeni kitapçılara girdim, çıktım. gülen, hüzünlenen, sinirlenen, sigara içen, mal ve hizmetini bağırarak satmaya çalışan insanları izledim. en son girdiğim kitapçıda aradığım özel bir şey yokken bir kaç kitap karıştırdım. ama acayip soğuk geldiler. hani ve sanki bir şey eksikti içlerinde. ama ne? bir süre eksik olan bu boşluğu aradım... sonunda buldum.
sahicilik. evet.
klişe tabirlerle ama farklı olmak için kasılarak yazılmış 3-4 farklı yazarın hormonlu cümlelerini okudum ardı ardına. hoşuma gitmedi hiç biri. uzak geldi hepsi bana. sonra bulunduğum mekan, her şey, herkes yabancı gelmeye başladı. az önce sanki masallar ülkesindeki gibi etrafımdan dans eden kalabalık şimdi beni yutacakmış gibi üstüme üstüme geliyordu. zihnimde kekremsi bir tat ve cevapsız sorularla hareketsiz, öylece kalakaldım ortada.
sanki gizli bir el düğmeye basmıştı..
.
javier ruibal - la flor de estambul
.
klişe tabirlerle ama farklı olmak için kasılarak yazılmış 3-4 farklı yazarın hormonlu cümlelerini okudum ardı ardına. hoşuma gitmedi hiç biri. uzak geldi hepsi bana. sonra bulunduğum mekan, her şey, herkes yabancı gelmeye başladı. az önce sanki masallar ülkesindeki gibi etrafımdan dans eden kalabalık şimdi beni yutacakmış gibi üstüme üstüme geliyordu. zihnimde kekremsi bir tat ve cevapsız sorularla hareketsiz, öylece kalakaldım ortada.
sanki gizli bir el düğmeye basmıştı..
.
javier ruibal - la flor de estambul
.