sabah :
şair ne der bilmem ama bana sorarsan sevgilim;
bu şehre en çok sonbahar yakışıyor.
hem nasıl! deniz, karaya vuran kimi hırçın
kimi yumuşak dalgalarıyla ayrı, martılar serbest dalış ve çığlıklarıyla ayrı
doğaçlama yapıyorlar. hava bulutlu, yer yer yağmurlu ve rüzgârlı. insanlar;
uzun kollular, şemsiyeliler, deri ceketliler, yakası kalkık pardösülüler
şeklinde kolonilere ayrılmış, koşturuyorlar etrafımda.
yirmi ikinci sıra numarası ile girdiğim bekleme
salonunun hemen dışında, açık alanda bekliyorum bizi karşıya götürecek olan
deniz otobüsünü. biraz üşüyorum ama iyot kokusuna değer. yan banktaki kumral
hatun bir sigara yaktı. dumanı boğdu beni. normalde kalkıp giderdim ama biraz
tembelim. ve yosunla karışık iyot kokusuna muhtaç. lanet sigarayı içmiyor
da. sigara kendi kendini yiyor. ada diye bir kitap okuyor. kalkıp gitmedim ama
iki göt sola kaydım. muhtemel üniversite öğrencisi başka bir kadın oturdu
yanıma diet kolasıyla birlikte. bir kaç dakika sonra otobüsümüz iskeleye
yanaştı. palas pandıras kalktık hepimiz yerimizden ve fatih'in ordusu
gibi demir kapıya yığıldık. kulağımda sadece göksel. hep göksel var.
söylemiştim. çok seviyorum. birlikte cam kenarında bir yer bulduk. deniz
masmavi. soğuk ve yer yer kaba dalgalı. dolayısı ile otobüs sallıyor biraz.
yanımda genç bir çift var el ele diz dize. hayat onlara güzel. sağ çaprazımda
kel bir adam kâh gazete okuyor kâh etrafı kesiyor benim gibi. göz göze
geliyoruz. sonra gözlerimizi kaçırıyoruz suçlu. önümde kırkbeşlerinde
kısa, kızıl saçlı lacivert gözlüklü dominant bir hatun kafasına kadar
kaldırdığı on sekiz puntoyla yazılmış el defterini okuyor. gayri ihtiyari değil
taammüden baktım yazılanlara. arpa şehriyeli pilav ile peynirli börek tarifi.
kafamı çevirdim hemen. çünkü peynirli böreği sevmem. hiç sevmem. ıspanaklı
börek olsaydı. tarifi ezberlerdim anında. ama işte peynirliyi gördüm hiç bir
şey kalmadı aklımda. hem zaten otobüsümüz de yenikapıya yanaşıyor.
öğle:
yok, açmıyor telefonu. sabahtan beri yedinci
arayışım bu. takriben de yirmi sekizinci çaldırışım. eski bir alışkanlık işte.
şayet karşıdaki kim olursa olsun dört defada açmıyorsa telefonunu beşinci kez
çaldırmam. huyum kurusun! cep telefonu kullanmayı sevmiyor. aslında
kullanmasını beceremiyor. fakat aramızda kalsın böyle denmesinden hiç
hoşlanmıyor annem. telsiz telefondan çok farkı yok aslında. yıllardır onu
kullanıyor ama cep telefonunu istemiyor bir türlü. radyasyon varmış oğlum
bunda diyor. hem rakamları da küçük, göremiyorum temelinde bir
sürü bahane. telsiz telefonu da ağır diye yanında taşımıyor. evde pek
oturmaz. şimdi mutlaka ya bahçesindeki çiçek, böcek, zerzevatıyla konuşuyordur
ya da kapı komşularıyla.
işin aslı benim bu çırpınışlarım tamamen duygusal! zira "alo geliyorum" demem yeterli en sevdiğim yemekleri yapması için. böyle de bencil ve menfaatçi bir adam olabiliyorum bazen. ama sadece bazen.
işin aslı benim bu çırpınışlarım tamamen duygusal! zira "alo geliyorum" demem yeterli en sevdiğim yemekleri yapması için. böyle de bencil ve menfaatçi bir adam olabiliyorum bazen. ama sadece bazen.
ikindi :
bir insanın sol kulağı niye çınlar ki
mütemadiyen?
şimdi hatırladım.
"sol kulağın çınlıyorsa eğer biri seni kötü
anıyor " derdi anneannem rahmetli. sağ kulağın çınlıyorsa iyi
anıyorlarmış. bugünlerde işte sol kulağım. çok sık çınlıyor..
ama ben.....
akşam :
anneme geldim. yaprak dolması yapmış. ki
dünyanın en güzel yaprak dolmasını benim annem yapar. yanında şahane ev
turşusu. daha ne isterim. o hiç bir şey yemedi. beni izledi sadece. bir tabak
dolusu dolmayı iki dakikada mideye nasıl hüplettiğimi izledi. arada "oğlum
yavaş ye boğulacaksın" uyarılarını ihmal etmeden tabi. ana yüreği işte.
oğlunun en sevdiğini yapmış. ama ayıla bayıla yerken bir şey olmasından
korkuyor bir yandan. uyumu kaçırıyor diye akşamları çay içmem genelde. annem de
televizyon izlemez.
bu akşam ne olduysa "çay yapayım"
dedi.
"peki, yap da içelim" dedim. salonda oturuyoruz
ben kitap okumaya çalışıyorum. o pek seyretmediği televizyonda bir program
bellemiş. evlerde şenlik mi varmış cümbüş mü varmış ney adı.unuttum
şimdi. o da ne programı ne kanalı hatırlıyor. programın saatini ve sunucuyu
biliyor bir tek.
."onu aç" dedi.
"hangi kanal" dedim.
"bilmiyorum bas işte sen sırayla "
dedi.
"anne 200 kanal var dedim".
arnavut inadı var annemde. "bas oğlum sen
sırayla" diye üsteledi.
neyse ki yedinci dokunuşta bulduk. o
programına ve ben kitabıma dalmıştım ki.
çayın mis gibi kokusu gelmeye başladı. bir
müddet sonra zaten sıkıldı annem tv'den.
"sen istediğin kanalı aç ben çayı
getireceğim" dedi ve mutfaga gitti....
yatsı:
şimdi güneye bakan ilk gençlik odamdayım.
radyoda anlamını bilmediğim çok güzel şarkılar çalıyor. fransızca, ispanyolca,
ingilizce. ama içli, duygulu şarkılar. penceremden caddeyi ve durmaksızın sağa
sola hareket eden irili ufaklı araçları görmek mümkün. şehir ıslak ve gürültülü
bu akşam. durmaksızın ve telaşla yağan yağmurun ağırlığı her yere sinmiş gibi.
yarım saatlik yolu iki saatte aldım gelirken. hayır, şikayet etmedim.yine radyo
dinledim. bazen haber, bazen şarkı. yanımdaki araçların içindeki insanları
izledim yavaşladığımızda. ne yapıyorlar, benim gibi onlar da çok sıkılıyorlar
mı bu hallerinden diye merak ediyordum çünkü. sigara içiyorlar en çok.
telefonla konuşuyorlar sonra. şikayetçi gibi durmasalar da hepsinin terkedesi
var bu şehri, yüzlerinden belli. hepimiz "küçük sahil kasabacısı"
büyükşehir insanlarıyız sonuçta. ama ve neyse ki şarkılar var hala. iyi
ki şarkılar..
.
.