-pazar sabahı uyuyamayanlardanım ben de. aslında
pazar sabahı yanlış bir tabir oldu tatil sabahları diyelim. balkona çıkıp benim
gibi karganın bok yemesini bekleyemeyenleri izlerim etrafta. al işte, bir
tanesi pazarın sekizinde balkon yıkıyor. sanırsın otel temizliyor. oysa hepi
topu bir metrekare balkon. ama sonra anladım ki o da oyalanıyor! bir balkonu
fırçalıyorsa , iki yoldan geçenleri izliyor. misal yedi kat aşağıda plaja
gidiyormuş havasındaki esmer güzel farkında olduğu güzelliğini yanından geçtiği
araçların filtreli camlarında teyit ediyor. keza bir torun, bir anne ve bir
anneanne torunun adımlarıyla ağır ağır yol alıyorlar. sonra tam karşımda
kalabalık, çok kalabalık bir beton yığını takılıyor gözüme. korkunç..
anlatılmaz. ama yaşıyoruz! bu kadar çok apartman, apartman içinde daireler,
daire içinde insanlar. oysa kafamı kaldırdığımda yukarısı daha sakin. masmavi
ve açık. ay bile terkedememiş. bembeyaz gülümsüyor. yarım da olsa o maviliğin
içinde keyif çatıyor. ya kuşlara ne demeli?. türlü türlü şarkılar eşliğinde
insanoğluna nispet yaparcasına salınıyorlar semada. işte o zaman çok
kıskanıyorum onları doktor. hem ne çok... bilemezsin ...
- eylül geldi geçiyor. balkondaki güneşliği hâlâ kaldırmadım. az önce kaldırmaya niyetlendim. sonra vazgeçtim. bir hafta daha dursun istedim. zira bu eylülden hiç bir şey anlamadım. bildiğim eylüller gibi değil. adı var kendi yok. misal eskiden sarı yapraklar yere düşüp apartmanların otoparkları arabayla dolmaya başladığında eylül de gelirdi. şimdi yapraklar sarı, otoparklar hınca hınç ama eylül yok! aslında ben eylülü çok severim. sorsan o da beni sever. ama laf aramızda; sanırım ekimle olan tarihsel bağımı kıskanıyor biraz.
- mehmet açar'ın çok uzaklarda yaz'ını dün gece ve bu sabahki tempolu okumam sayesinde bitirdim. aslında bitsin istemediğim kitaplardan birisiydi. hani klişedir belki ama gerçektir de; hiç bitmesini istemediğiniz anlar, kitaplar yahut filmler olmuştur hayatımızın bir yerinde mutlaka, çok uzaklarda bir yaz benim için hepsiydi. kitap bittiğinde ne hissettim peki ? sanki yan mahallede oturan, aynı okula ama farklı sınıflara gittiğimiz bir akranımın hayatı ile birlikte kendi hayatımın da kısa bir filmini izlemiş gibiydim. dönemi, olanları ve bazı hayatları sanki ben de içindeymiş gibi yaşadım. anlatılan dönemleri kıyısından köşesinden yaşayanların seveceğini tahmin ettiğim, akıcı bir dille yazılmış, anı-roman tarzındaki kitabı en sevdiklerimin yanına usulca bıraktım bu sabah on biri beş geçe.
-2013 belçika yapımı het vonnis'i izledim bugün. sıkı, çarpıcı bir filmdi. avrupa filmlerini seviyorum.
- kalabalık ve gürültünün beni eskisinden daha çok beni rahatsız ettiğini gözlemliyorum her geçen gün. dışarıdaki gereksiz korna seslerinin sahiplerine gözlerimden ateş çıkararak bakıyor, kalabalık 2-3 kişinin zor geçeceği kaldırımlarda üstelik gidiş gelişli yolun tamamını diğer insanlaı hiçe sayarak saygısızca ve geri zekalıca yan yana yürüyerek kapatan "zatı şahanelere" beşe-on kalasla girişesim geliyor her seferinde. benzerini parkta koşu-yürüyüş yaparken rastlıyorum. tam niyetlenip bir şey söyleyecekken; annemim trafikteki magandalara kızdığımda bana söylemiş olduğu "hangi birini düzelteceksin evladım, yoluna bak" demesi aklıma geliyor. susuyorum. yılan gibi kıvrılıp ya sağlarından ya sollarından, bazen de tam ortalarından geçiyorum. sonuç; istanbul'dan harbi harbi gitmek lazım doktor. harbiden ama...
-dün fiko ve hafızla buluştum. dile kolay neredeyse kırk yıllık arkadaşlarım. bir ara onlara, yarı şaka yarı ciddi bir şekilde; "iki gündür metrodaki trenleri çok düşünüyorum" dedim. anlamadılar. aslında hafız biraz çakar gibi oldu ve tip tip baktı suratıma. fiko; "nasıl yani?" diye sordu.
beşiktaş'ı, kadınları, sinemayı konuşurken
muhabbettin bir anda buraya dönmesine anlam veremediler önce. sonra hafız en
baştaki şüphesinin arkasında durarak ve soran gözlerle anlatmamı istedi.
" eskiden" dedim. "intihardan
iki şekilde uzak dururdum". gözlerini hayretle açıp, tek kelime etmeden ,
ağzımdan çıkacak kelimelere odaklandıklarını görünce, fiko'dan gözlerimle
izin alıp önündeki sigarasından derin bir nefes çektim ve devam ettim. "uzak
duruyordum çünkü inancım gereği intihar büyük günahtı. ikincisi ise
ölmekten gerçekten korkuyordum. ama işte perşembe ve cuma işe gidip gelirken
tam dört kez sarı çizgiyi biraz geçtim, çığlık çığlığa istasyona giren trenin
sarı ışıklarına odaklanıp acaba bu boşluğa bıraksam kendimi ne olur dedim. önce
kendimi düşündüm. canım çok acır mıydı? sonra beni sevdiğine inandıklarımı.
acaba çok üzülürler miydi? ya da ne kadar üzülürlerdi. kaçıncı gün mesela beni
unutup kendi günlük telaşlarına kapılıp giderlerdi? yahut bir daha ne zaman
akıllarına gelirdim? mesela doğum günlerimde. ya da sevdiğim şarkıcı yeni bir
albüm çıkardığında veya sevdiğim aktrisin yeni bir filmi vizyona girdiğinde mi?
beşiktaş şampiyon olduğunda mı? ayfer tunç'un yeni bir kitabı yayınladığında
mı? veyahut da kırk yılın başı oturduğumuz ama saatlerce dünyanın derdini
tasasını unutup konuştuğumuz sahildeki salaş bir kafeye tesadüfen yolları
düştüklerinde ben de akıllarına düşer miydim? belki de pilav günlerinde. kim bilir?
sorularım o kadar çoktu ki cevap aramaktan trenlere odaklanamadım. her
seferinde pas geçtim" dedim biraz da şakaya vurarak.. fiko her
zamanki gibi ciddiye almadı. önce güldü ve hemen akabinde "siktir lan"
dedi. hayatı da ciddiye almazdı zaten. beni iyi tanıdığını zannediyordu.
ama ondan bir yaş büyük abisi hafız daha iyi tanıyordu beni. kelimelerimden,
vücut dilimden anlamıştı bir sorun olduğunu.. sohbetin başından beri rahat
oturduğu hatta neredeyse yattığı kadife koltuktan şöyle bir doğruldu. yüzü çok
gergindi. açıkçası onu en son böyle sinirli ve gergin gördüğümde 98 yazıydı ve
bodrumdaydık. fransa-brezilya finalinin akşamında konakladığımız motelin
sahibiyle haklı olduğu bir konuda ama bana kalırsa gereksiz bir detay için
kavga etmek üzereydi. güçlükle ayırmıştık. yüzündeki gerginliği ve bunu sinire
çeviren yüreğindeki ateşi muhafaza ederek bana doğru eğildi; "derdin nedir aslanım? durduk yerde nerden çıktı şimdi bu
intihar lafları falan. soru son derece net ve agresifti. cevap
vermeliydim. kırk yıldır arkadaştık dahası kardeştik ve bu kelime aramızda ilk
kez telaffuz ediliyordu. eden de bendim. bunca zamandır yaşadıklarımız
düşünülürse onlara göre, hatta bana göre de bunu en son telaffuz edecek kişi
bendim. hoş hangimiz etsek ağız burun dalardık diğer ikimiz. sanırım sorusuna
mantıklı bir cevap alamazsa birazdan hafız'ın girişeceği eylem de bu olacaktı.
işlerin boka saracağını anladığım için tali yola girdim hemen. biraz da
rüşvet verdim açıkçası. her şeyimi bildikleri gibi denemeler yazdığımı da
biliyorlardı. "yeni bir hikayeye başladım. bizim gibi çok iyi ve çok
eski üç arkadaşın hikayesi. oradaki kahramanlardan birini konuşturmaya çalıştım
az önce" dedim. fiko gene gamsız, tasasız bir şekilde "şerefsiz
herif biliyordum bir ibnelik olduğunu zaten" dedi rahatlamış bir
şekilde. hafız ise soru işaretleriyle dolu gözleriyle bir on saniye bana baktı.
sonra dostça sağ elini omzuma koyup; "bitirince bize de okursun
artık" dedi. gülümsedim.
-ve neyse ki şarkılar var. neyse ki vaya con dios..
vaya con dios - je l'aime je l'aime