itiraz kabul etmediler. az daha, biraz daha kal diye çok ısrar ettiler; heyy garson bize birer çay daha... hem sonra bir tür kahvesi ki lokumuyla meşhurmuş. öyle dediler. tatlı muhabbetin zaten sonu yok. ama ve ne yazık ki trenlerin var. günün son treni 23:40 seferi yerine bir öncekine yetişebilseydim şayet bu satırları yazmayabilirdim. ya da bir anlam aramadığım halde tüm bu olanların ve düşüncelerin anlamsız gelmesine bu kadar aldırış etmeyebilirdim. anılar sanırım. ki iki yıl süren bu demiryolu hattında yüreğimi en çok korlayan. sessiz ve derinden hücum ettiler içime içime. öyle ki cama yansıyan aksimde bir yabancıyı gördüm.
belki günün son treni olması sadece bir sebepti yazmak için. hayatın da son treni olabilirdi pek tabi. içimdeki huysuz ve mutsuz adam pervasızca bana bakıyordu ayna vazifesi gören o siyah camdan. sert bir yüzü vardı. ama gözlerinden yorgunluk ve keder akıyordu. düşünceliydi bir de. otuz sekiz dakika süren yolculukta pek çok şarkı değişti ama yüzündeki o sert ve ruhsuz ifade bir an olsun değişmedi. bana kızgın gibiydi. ama bir yandan da bakışlarıyla anlatmaya çalıştığı bir şey vardı sanki. lakin ben bunları düşünecek durumda değildim. kendimden çok etrafımdakilerle ilgilenmeye çalışıyordum. kendine katlanması zordur insanın çünkü. daha fazla dayanamadım ve hemen sağ yanımdaki abiye odaklandım. kendi düşüncelerimden kaçabileceğim en güvenli liman oydu şüphesiz. fakat görünüşe göre o da benden farksızdı. ilk bakışta elli beş yaşlarında gösteriyordu ama kırk dokuzdan fazla olmadığına iddiaya girebilirdim. hayatının sonbaharında alnını açacak kadar dökülen ve kalan sağları beyazlayan saçlar. yaşamın tüm yükünü omuzlamış yorgun ve kambur bir sırt. derin ve düşünceli bakışlar. on-onbeş sene sonraki hallerim olabilir miydi?
beyaz gömleğinin cebinde kim bilir kaç kere bırakıp tekrar başladığı sigarası. siyah kotunun altına giydiği yeni nesil kahverengi spor ayakkabılar. nikah yüzüğüne evsahipliği yapan sol eliyle sıkı sıkıya tuttuğu, içinde çikolata ya da gömlek kutusu olduğu izlenimi veren poşetin yarıdan katlanmış hali. düşünceli ve yaralı ahvalini tamamlayan aksesuarlarıydı sanki. bu düşünceli hallerin ay sonunu nasıl getireceğim telaşından mı yoksa şehir dışında üniversite kazanan kızının yurt problemi mi olduğunu bilmek mümkün değildi elbette. yahut ve belki de sıkıntılı bir hastalığa yakalanan karısını düşünüyordur hüzünle keder arası gidip gelen bakışlarıyla. ya da pek ihtimal vermesem de nadiren mutlu olduğu günleri arıyordu hüzün ve sitem kokan gözleri. tüm bu önermelerin cevabını almak da mümkün değildi elbet. gelecek ilk istasyonda inmeseydi de bilemezdim bunu.
telaşla indiği istasyonda ondokuz yirmi yaşlarında iki genç oturdu tam karşıma sonra. sol yanıma, cama bakmaya cesaretim yoktu. akılları belki bir karış havada belki uçkurunda bilmediğim terimlerle çok hızlı konuşan bu gençlerde tanıdık gelen tek şey; hayat karşısında takındıkları koy götüne rahvan gitsin olm umursamazlıklarıydı. dudaklarına yayılan abartılı gülümseyişi gözlerinin doğrulamasından belliydi bu fütursuz ve gamsız gerçekleri. o yaşlardaki kendimi düşündüm. farksızdım onlardan. sonra nasıl oldu da böyle oldum derken sanki kötü bir şaka yapılıyormuşcasına tam da onların boşalttığı yere oturan yirmi altı yaşındaki siyah tişörtlü saçları ve düşünceleri geriye taranmış kumral gençte anladım bu acı gerçeği, yedi senede nasıl bu hale geldiğimi! yorgunluk ve kederden çok şaşkınlık ve ne yapacağını bilmezlik hakimdi trenin tavanına diktiği kahverengi gözlerinde. başta işaret parmağı olmak üzere sağ elini koyacak yer bulamıyordu biçimli yüzünde. bir çenesine, bir şakağına koyuyordu ama düşünceleri rahat bırakmıyordu o'nu. belli ki askerden yeni gelmişti. hayat onun için yeni başlıyordu bir bakıma. patronu ya da ailesi ile ciddi sıkıntıları olan biri de olabilirdi pek tabi. ama o'nu bu kadar düşündürecek ve üzecek şey içindeki seslerdi kuvvetle muhtemel.
sol tarafıma baktım tekrar. bir şey dese yüzünün ortasına sağlam bir kroşe geçireceğimden emin olduğum o sert bakışta müstehzi bir gülümse peyda oldu. ama sessizliğini korudu. ben söylemem sen anla diyordu sanki dik bakışlar. lakin anlam aramaktan yıllar önce vazgeçmiştim. çok yorulmuştum. ve son trenden çoktan inmiştim. ellerim cebimde, ayaklarım ise şuursuz adımlarla her zamanki yoldan eve götürüyordu beni. saat tam 00:18 'de benimle birlikte trenden inen onbir kişi saydım nedensiz. 00:21 de ticari taksiden inen yaklaşık 1.70 boylarındaki ve yine yaklaşık 64 kg ağırlığındaki balık etli kadın sadece kendi bilebileceği bir nedenle koyu laci siyaha yakın bir elbise giymişti. 00:24 de robinson crusoe'dan hallice ve bir tutam sakalını çekiştirerek bayır aşağı gelen delikanlıyı daha önce hiç görmediğim halde sanki birbirimizi bir yerden tanıyacak gibi bakıştık. ama tanıyamadık. 00:29'da belki de son anlarını yaşayan sarı kelebeği gördüğüm andaki dizginlenemez sigara içme isteğimi ve o andaki anlaşılmaz heyecanımı unutmak istemedim.
anlamlı ya da anlamsız sebepli yahut sebepsiz dinlediğim şarkılarla ilişkiliydi sanki hepsi. ve dinlediğim tüm şarkılar candan erçetin'e çıkıyordu bu gece. o'nun hüzünlü sesinde hayatın sağlamasını yapıyorlardı adeta. ya da ve belki de....
.
candan erçetin - sitem
..
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...