şu an yediğim elma kadar gerçektik oysa. ama işte kocaman bir film setinin içinde gibiydik aynı zamanda. en arkada oturan kırmızı şallı, lost'un güney korelisine benzeyen kadını dikiz aynasından farketmemle başladı her şey. dikiz aynasından tekrar bakarken şoförü ısırdı gözüm bir yerden. fakat çıkaramadım. çünkü ve kahretsin ki hava kapalıydı bu sabah. ve güneş enerjisi ile çalışan bir hafızam vardı. şoförü benzetemedim ama yanımda kasketi ve burma bıyıklarıyla ahmet mekin oturuyordu işte. kadıköy'den beri telefonu ve gevezeliği kimseye bırakmayan esmer banu alkan da arka dörtlünün sağ başında oturuyordu.
ve ben. ilk kez bir filmde oynuyordum! ve üstelik yönetmenimiz doğaçlama oynamamıza izin vermişti. arkadan bir ses "motorlu taşıt vergisini ödemeyen var mı? 31 ocak son gün" diye seslendi.
kendimi tutamadım. "kaç taksit" diye sordum ben.
iyi de madem arabanız var niye dolmuşla gidiyorsunuz beyfendi diye araya girdi hemen yakışıklı şoför.
-"bunun bir film olduğunu unuttun herhalde kaptan" diye düzeltme ihtiyacı hissetti esmer banu alkan. sonra bir dış ses duyuldu dolmuşun içinden. ama bu benim sesimdi. peki neden ben konuşmuyordum!
sanırım ikibinaltı yılının ilk aylarıydı. özel sektör bulantısı canıma tak etmiş. gül gibi işi bir hiç uğruna bırakmış don kişot olmaya karar vermiştim. ama işte hayat gerçekti. biber gibi acıydı ve de gerçek. filmlerdeki ve kitaplardaki gibi değildi. ayakta durmaya çalışıyordum. yeditepe istanbul dizisinin yıllar sonra tesadüfen cdlerini bulmuştum. lost'u da o zamanlar farketmiştim. yeditepe'de yusuf gülseçen diye bir adam vardı. ama harbi adam! dizi karakterinden çok roman karakteri gibiydi. ama hayatın ortasından tam da. insanın içine işleyen kelamlar ediyordu. ister istemez içselliştiriyordum ben de. aynı gün içinde iki bölüm yeditepe, üç bölüm lost izliyordum. bazen sadece beş bölüm birini izliyordum. ama beşten yukarı çıkmıyordum. şart koşmuştum kendime. yahut iki lost üç yeditepe. geçmiş gün emin değilim şimdi. arada da bunalıyordum. bunu net hatırlıyorum ama. sanırım yazıyordum da bir yerlere. diyordu ki mesela yusuf; bizzat ben yarım kalmış bir niyetim. kendi halimden çok adama üzülüyordum. başkalarının sana üzülmesi, acıması kadar iğrenç bir duygu yoktur aslında. ama ya insanın kendine acıması; işte o daha öldürücü olandır. oysa ki ben hayata hiç başlayamamış bir niyettim! ve belki de başlayamadan bitecek olan bir niyet. onun hiç olmazsa, yarım da olsa bir hikayesi vardı. tamamlanmamış! ya ben? peki ya ben sevgilim?
n'olur bana kızma küçük harflerle yazıp, giriş-gelişme-sonuç edebiyatına isyan ettiğim için. dedim ya bizzat ben hiç başlamamış bir niyetim! ve fakat iyi bir oğul, iyi bir kardeş, iyi öğrenci, iyi amca, iyi baba, iyi koca, iyi torun, iyi personel, iyi vatandaş, iyi, hep iyi, hep düzgün, hep kurallı, tertipli , düzenli , doğru, çalışkan, küçüklerini koruyan büyüklerini sayan, kompozisyonlarda satır başını ihmal etmeyen biri olmayı salık verdikçe aile ve millet meclisi içimdeki isyan tersine büyüyordu oysa. ikinci bunaltı ve kusma döneminde prison break vardı sakinleştirici. bunaldıkça bir prison break izliyordum. sonra gene prison break. daha sonra tekrar prison break. eskiden ve küçükken beni bunaltan şeylerden kısa- orta vadedeki güzellikleri düşünürek sıyrılırdım. işe yarıyordu. ama ya şimdi tersine her şey. kirlendikçe biz ve büyüdükçe dünya bu kandırmacalar pek işe yaramaz oldu! dedim ya bol bol film izliyorum artık bulandıkça içim. bunaldıkça da yazıyorum. ismini bilmediğim bir radyonun müziklerini dinliyorum şimdi mesela. aslında dinlediğim hepi topu iki radyo istasyonu var. ama ismini bilmemen garip değil mi? evet bence de. ve ısrarla motorlu taşıt vergisini ödeyin diyor reklamları, bu isimsiz radyonun. daha ödemedim ama. bir süre daha ödemeyi de düşünmüyorum. en azından şu reklamlar bitene kadar. zaten dolmuşla gidip geliyorum. oysa geçen gün kocaman bir film setinin içinde gibiydik. izlediğimiz filmler mi gerçekti yoksa hayatımız mı bir filmdi gerçekten? bilemiyorum...
eskiden küçük ev vardı bilir misin sevgilim?
.
yeditepe istanbul - soundtrack
.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...