eğreti - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

eğreti

gittiği yönün aksine oturduğum otobüs ümraniye imes rampasını çıkıyor şimdi. sol yanımda dev gibi, sapsarı bir bir hafriyat kamyonu. beş-altı dakika, neredeyse yan yana gidiyoruz. kamyonun içindeki dört kişiye, daha doğrusu bulundukları alanı paylaşmaya mecbur kaldıkları her hallerinden okunan bu dört farklı adamın sessiz bir sinema filmini andıran duruşlarına dikkat kesiliyorum.
aslında biri hariç. ki kaptan şoförümüz o. henüz bitirdiği öğle yemeğinin üstüne yorgunluk kahvesini ve sigarasını fiyakalamış hal ve vaziyette, kendinden son derece emin ve rahat bir şekilde yayılmış köşkünün ceylan derisi koltuğuna. bu adaletsiz paylaşımdan etkilenmediği gibi pek de rahatsız görünmüyor. ama iki kişilik koltuğa sığışan, eğretilikleri yüzlerine ve sessizliklerine yansıyan üç adam şoför kadar şanslı ve huzurlu değiller. sanki o'nu kızdırırlarsa birer birer araçtan atılacakmışçasına tedirgin ve bir o kadar suskunlar. sadece ileriye bakıyorlar, birbirleriyle dahi konuşmadan sadece ve umutsuzca boşluğa bakıyorlar. yorgunlar ve küskünler belki ama yine de içten içe, eğreti de olsa sığınacak bir yerleri olduğu için mutlular gibi. hani doktorun ölümü gösterip sıtmaya razı ettiği hastalar gibi! sonra düşündüm de; üzerinde yaşadığımız coğrafya da bu sahte köşk gibi değil mi? belli bir azınlık kaptan köşkünün en şaşaalı makamında vur patlasın, çal oynasın. geriye kalan çoğunluk ise ya eğreti duruyor ya da bu eğretiliğe sığınmak için çaba harcıyor.
.