daha ilk satırlarında kıskanmıştım ekmel bey'i. ya da gıpta etmiştim diyelim. bu kadar güzel yazıyor olabilmesini, çözümsüzlüğünü belki. hayallerini ya da. sonra ruh hallerini bir de. ölümle olan anlaşmasını dahi sevmiş, benimsemiştim hemen! fakat en çok şu cümlesinde takılı kalmıştım o'nu ilk okuduğumda;
"hayatım acı bile vermeyen upuzun bir sıkıntıdan ibaret" demiş ve sonrasında devam etmişti..
"bir türlü tadamadığım yakıcı bir duygunun pençesine düşmek istiyordum, böylece yaşadığımı hissedebileyim, günah, şehvet, acı, pişmanlık, suçluluk kavursun içimi. içimdeki ve evimdeki boşluk dolsun.."
anlamsız bir sıkıntıyla uyandım bu sabah. puslu bir pazardı. zaten hiç bir zaman yıldızım barışmadı haftanın bu kimileri için en güzel, benim içinse sadece anlamsız bir sıkıntı veren son günü ile. bana verdiği iki duygu vardı yalnızca; sıkıntı ve yazma hissi. içimdeki bu sıkıntıyı dağıtmak için, çıktım dolaştım sessiz sakin sokaklarda. neden bilmem geçmiş günlerdeki çılgın kalabalıktan eser yoktu caddelerde. kendimle konuştum. şehrin bu halini daha çok sevdiğimi söyledim kendime. fakat yüreğimi sıkan o sıkıntı hali geçmemişti hâlâ . uykulu bir tezgahtarın bulunduğu markete girdim sonra. alışveriş yaptım içimdeki sıkıntı dağılsın diye. ama yine olmadı. gitmedi sıkıntım. gittiğimin aksine başka bir yoldan eve döndüm. o da işe yaramadı. ekmel beyi anımsadım. ve sonra bunları yazdım.
.
.
nazan öncel - hadi o zaman
.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...