Süleyman'la kavga ettik dün Deli’nin kahvesinde.
Kavga dediysem öyle aman aman bir dövüş değil ha! Biraz
itiş kakış, daha çok da ağız dalaşıydı. Çocukluk arkadaşım
Süleyman. Bu ilk takışmamız değildi. Son da olmayacak belli. Yarın öpüşür, barışırız. Sonra
incir çekirdeğini doldurmayan başka bir mevzudan
yine kapışırız. Lakin mahalleli illallah etti bizden. Gerçi son zamanlarda
onlar da buldular bizim üzerimizden eğlenmenin yolunu. Eskiden olsa hemen bizi
ayırmaya çalışırlardı. Şimdi önce kendilerini iki gruba ayırıyorlar. Sonra
da üzerimize bahse tutuşuyorlar. Benim ağrıma giden de o ya zaten. Yoksa
Süleyman'ın benim dudağımı yarması çok mühim değil. Hem siz bir de Süleyman'ı
görün.
Peki mesele nedir?
Mesele; bahiste bana bire yedi oran
vermeleri. Rocky karşısında hiç şansı olmayan tüy siklet muamelesi
yapmaları. Asıl ağrıma giden bu. Yoksa söylemiştim. Yarın öpüşür
barışırız Süleyman'la. Sonuçta, her gün yüz yüze bakıyoruz. Onu bırak, kaç
yıllık arkadaşız şunun şurasında. Hem Süleyman bu, ezelden
beridir inatçıdır böyle. Yıllar önce, Özlem konusunda da böyle
yapmıştı. İnadından bir gram ödün vermemişti. Doğrusu kim olsa vazgeçmezdi.
*
* *
Özlem, neredeyse tüm sınıfın âşık
olduğu, anne-babasından çok 1C sınıfının göz bebeğiydi. Adeta sınıfın pırlantası
idi. Biz de ağır işçileri, Ümit Yaşar Oğuzcan misali. Her gün, 24 saat onu
düşünürdük. Bu arada tüm sınıf âşık derken erkekleri kastediyorum
elbette. Biz üç silahşörler Süleyman, onun ikizi İbrahim ve
ben ayrı âşıktık. Hem aşk değil de başka bir şeydi bu. Şimdi beş yaşındaki veletlerin bildiği
fırlamalıkları, her naneyi de bilmezdik ayrıca. Bir hoşlaşma, bir iç
gıcırdaması diyelim.
Nou Camp stadında Barcelona karşısına
çıkmış ümitsiz alt sıra takımı gibi olduğumuzdan üçümüzün de aynı kızı
sevmesini pek dert etmezdik. Hem sınıf farkı vardı bir kere aramızda. Daha
o zamanlar özel okul furyası yoktu. Varsa da biz bilmiyorduk. Zengin ve yoksul
aynı okullardaydık. Aynı siyah önlük, aynı beyaz yakayı giysek de en güzel
olmasının yanı sıra sınıfın en bakımlısı, en güzel defter, kalem ve
silgilerinin sahibiydi. Neticede Özlem bir bey kızı, bizler Barış Ağbi'nin Osman’ı.
Özlem ay parçası, bizler birer deli oğlandık. Doğrusu; Özlem de güzel kızdı
hani. Ufuk, Tan, Doğan ve Güneş isimli hayat bilgisi kümelerimiz vardı. Barakadan
bozma bir de sınıfımız. Ama bunu da sıkıntı yapmazdık. Çünkü
hayatımızda Özlem vardı. Gerisi önemsiz detaylardı. Sınıfta üç sıra
gerimde ve çaprazımda oturuyordu. Fakat onu görmek için arkaya dönmek
için sebep bulmak zor oluyordu her seferinde. Bir sırada üç kişi oturuyorduk. Kızlar
kızlarla, erkekler erkeklerle aynı sıradaydı.
Sanırım üçüncü sınıftaydık ya da dört. İlk
üç seneyi şimdinin marketlerine kiraya verilen üç katlı binanın
giriş dairelerinde okumuştuk. Son iki seneyi de yeni okul binasının
inşaatının başlandığı arsadaki barakalarda tamamlamıştık. Okulumuzun yeri
gibi öğretmenlerimiz de sık değiştiriyordu. Beş yılda dört farklı öğretmen
hatırlıyorum. Fatma Öğretmen ve Zerrin Öğretmen’den sonra gelmişti Ali Ekber öğretmen.
Kim, nerede, nasıl dedi hatırlamıyorum ama solcu öğretmenmiş dediler. İlk
icraatı kızlarla erkekleri karışık oturtmak oldu. Sevdim bu solcu öğretmeni.
Hem de çok. Zira sınıfın tüm erkeklerinin hayalini bana bahşetmişti. Artık
sınıfta Özlem’in sol yanında oturuyordum. Yine de, her gün yanımda
oturmasında rağmen rüyalarımda da görmek istiyor, her gece yatmadan
onu düşünüyordum. Ama bir türlü göremiyordum. Oysa Süleyman benim
gibi yaptığını ve gün aşırı gördüğünü söylüyordu. İbrahim'e sordum. "Ben
de göremiyorum," dedi. Bir gün İbrahim’le Süleyman’ı sıkıştırdık.
Yemin billah etti. "Haftada üç kez görüyorum olm," dedi ağzını
yaya yaya. İnanmadık tabi. Aklı başına gelsin diye İbrahim’le
birlik olup dövdük herzeyi. Biz göremiyorsak o da görememeliydi çünkü. Neden
sonra, sanırım orta ikide itiraf etti. Bir kez hayal meyal görmüş bir daha
da görememiş. Bizi kıskandırmak için dayak yeme pahasına yalan söylediğini
itiraf etmişti. Daha o zamanlarda böyle keçi gibi inatçıydı. Dedim ya
Özlem için değerdi. İlkokulu beş sene birlikte okuduk. Ortaokulda aynı okulda
ama farklı sınıflardaydık. Sonra hayat hepimizi ayrı bir yöne savurdu. İlk
aşkımız Özlem şimdi ne yapar ne eder bilmem. Ben unutmadım. Geçen gün sordum
Süleyman da unutmamış.
*
* *
Kavga mı?
Çoğu zaman olduğu gibi yine incir çekirdeğini
doldurmayacak bir meseleden çıktı. Terzi Metin'le çiçekçi Rüstem tavla
oynarken ben TRT-3’de eski dünya kupası maçlarını izliyordum. Süleyman'da
yanımda bir yandan sıcak çayını höpürdetiyor, bir yandan da çengel
bulmaca çözüyordu. Bilemediği soru olursa da arada bana soruyordu.
“Ortak sen bilirsin senin tarihin,
sporun iyidir,” diyerek.
Orhan Veli şiirindeki gibi her şey
birden bire oldu. Laf nereden dolaştı, nasıl Meksika 86'daki Arjantin'in
şampiyonluk maçından girip üç harfli bir yağış şeklinden devam edip Arjantin'de
kar yağar mı sorusuna geldi inanın tam hatırlamıyorum. Son hatırladığım;
Süleyman'ın "Ben yirmi üç yıllık gemiciyim ortak. Görmediğim,
gitmediğim ülke kalmadı, Arjantin de Amerika Kıtası'nın Bodrum'udur. Kar yağmaz
arkadaş," diyerek elindeki As-Kaynak reklamlı sarı tükenmez kalemi
gözüme gözüme sallamasaydı.
Tabi ben altta kalır mıyım?
Kalmadım.
"Ben de beş dünya kupası,
ellinin üzerinde film festivali ve yüzlerce sinema filmi gördüm
ortak. Hem daha dün izlediğim filmde Boines Aires varoşlarına
kar yağıyordu. Üstelik lapa lapa. Arjantin'e kar yağar birader.
Sen istesen de istemesen de yağar.”
Süleyman bu, durur mu, inadından vazgeçmedi
ve üsteledi;
"En fazla sulu kar yağar ama lapa lapa yağmaz."
Yağar, yağmaz, yağar, yağmaz derken sarı
tükenmez dudağımın sağ alt kenarını kırmızıya boyadı. Ben de Süleyman'ın sol
gözünün çeperini siyaha boyadım.
Bu küçük çaplı arbededen sonra Süleyman’ı
buzdolabının bitişiğindeki, kare desenli, bordo-beyaz renkleri solmuş örtüyle
kaplı tahta masaya oturttu kahveci Deli Turgut ile Terzi Metin. Beni de sobanın
yanına aldılar. Oysa sadece sinirden titriyordum. Üşüyor zannetmişler. İri
kıyım çocuktur Süleyman. Onun karşısında boşuna bire yedi oran vermiyorlar
bana. İki kolundan tutanları bir silkinmeyle bertaraf edip uzak
köşeden "Arjantin'e kar yağmaz birader," diye bağırdı
yeniden.
Sobanın yanında oturmak iyi gelmişti sanki.
Daha ılıman ve sakindim şimdi. Ama inatçılığımdan da hiç bir şey
kaybetmemiştim. Kısa ve öz konuştum gülümseyerek;
"Yağar."
Süleyman bu sefer sadece dişlerini sıktı. ‘Hadi
oradan be!’ dercesine elinin tersiyle boşluğu tokatladı. Sonra da Deli'ye
seslendi;
"Kahveci, bize 52 ver."
.