rehabilitasyon - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

rehabilitasyon



olan biteni anlamaya çalışmayı bırakalı çok oldu. lakin işte yine de tüm bu olan biten. yaptıklarımız. yapamadıklarımız. düşüncelerimiz. düşüncesizliklerimiz. dinlediklerimiz. dinlemediklerimiz. orta yolu bulma çabalarımız. yorucu. çok yorucu. belki bu yüzden işyerinde sabahtan akşama kadar radyo voyage açık. dinlemek değil de dinlenmek için. az önce -ayıptır söylemesi- tuvalette tünemişken odamdaki müziğin tüm kata yayıldığını fark ettim. hatta belki alt kata da. bu açıdan hiç dinlememiş ve bakmamıştım. tamam, bir takım lüks otellerin yahut avmlerin helalarında dinlemişliğim var elbet. ama bu farklıydı. hissettirdikleri. gösterdikleri bakımından. sanki topluca çıldırmıştık. çapı, iş ve evlerimizi de içeren daire şeklindeki geniş bir senatoryumdaydık. sakinleşmemiz için dahili ve harici klasik müzik yayını yapılıyordu. etrafta müzikten başka ses yoktu. dışarıda yağmur bile sessiz yağıyordu. içli içli ağlayan çocuk gibi. kuşlar uçmuyor, büyük bir sessizlik yemini edilmişçesine kimse konuşmuyordu. düşünmüyorduk hiç birimiz. yiyip içip işe gidip eve dönüyorduk. çoğunluğumuz söylenenleri,
 -söyleyenler yapmasa bile- harfiyen yapıyorduk. bir kısıtlanıp bir açılıyorduk. uzunca bir süredir yüzümüze sahte maskeler yerine gerçeklerini takıyorduk. lakin hayatın tadına varamıyorduk. işte tam bu noktada; “yaptıklarımdan, izlediklerimden ve dinlediklerimden tat alamıyorum acaba corona olmuşmuyumdur doktor?” diye zevzeklik edesim var. ama gerçekten öyle. misal geçen akşam, festival filmleri tadında sinema gösterileri sunan tvde, sırf trt2 yayınladığı için bir film izledim. film kötü değildi lakin çok tat alamadım. ama sonuna kadar da izledim. keçiboynuzu kemirir gibi usul usul seyrettim. alacağım mesajı aldım. önce televizyonu, sonra ışığı kapadım. düşünmek, yazmak istemedim üzerine. ama madem rehabilitasyondayız...
başrolde, ‘coni dep’ vardı. ismi, barbarları beklerken’di. niyeyse filmin hemen başındaki çöl ve kale sahneleri otomatikman tatar çölü’nü çağrıştırdı. tek benzerliği bu iki özellik derken. diğer başrolümüz hakim beyin ‘yalnızlığıyla’ teğmen drogo’nun bahtsızlığı arasında garip bir bağ kurdum. olaylar gelişirken insan denen varlığın asırlar boyu hiç değişmediği ve değişmeyeceği kanısına vardım. namuslu, dürüst ve adil bir azınlık. buna karşılık; kaypak, güce tapan kısa vadede kazandım sanıp uzun vadede kaybeden çoğunluk. 
açıkçası bu yazı nereye gidecek ve bağlanacak ben de merak ediyorum. yazının iyileştirici gücü var mı, bir teknik direktörün sonuca etkisi yüzde kaç gibi pragmatik olmayan soruları cevapsız bırakıp rehabilitasyona devam etmek istiyorum izninizle. hoş izin vermeseniz de devam edeceğim. çünkü ve zira; günlerimiz balonlu ambalaj naylonunu pıt pıt patlatır gibi çabucak geçiyor. benim gibi belli bir yaşını ve başını almış kimseler nereye ve kime saracağını bilemiyorlar. bunlardan biri de kadim dostum hafız. dün, tam pazar sendromumun ortasında, omzumda buz torbası otururken aradı. hoş beş, çoluk çocuk, eş dost nasıl derken birden kaportacı sobasına dökülmüş tiner gibi parladı. “yaşlanıyorum galiba moruk, artık her şey, herkes batıyor mina koyuyum. bıktım artık. patron bir yandan, pandemi, ekonomi, ahali bir yandan. ölüp gideceğiz olm buralarda" dedi. hiç bir şey demeden dinledim. parlayan sobaya daha fazla yanıcı madde atmak olayı büyütmekten başka bir işe yaramazdı çünkü. böyle olunca, geçenlerde bir yerde okuduğum mahir ünsal eriş deyişini de söylemedim tabi ona. ama buraya yazabilirim.
insan ömrü; hayal ettiklerinin gerçekleşmesini beklerken geçen sürelerin toplamıdır.” gibi bir şeydi. haklı mıydı? haklıydı. ama bunu bilmek bizi mutlu etmiyordu. etmeyecekti. bilakis sakinleşmek için klasik müziğe ihtiyacımız vardı.
.