bazı şeyler : 84-87 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

bazı şeyler : 84-87



84- gül pansiyon:  
aslında sezen’i de candan’ı da gökseli de çok seviyorum. lakin, nazan öncel’in sesinde başka bir şey var beni etkileyen. ne olduğunu daha bulamadım. o ‘serseri’, kendine başına buyruk, özgürüm ben adamım, canım ne isterse yaparım ve yapıyorum hal ve tavırları yok mu yorumlarında. galiba onu çok seviyorum. bu sabah yine yağmur varken istanbul’da, canım hiç dışarı çıkmak istemezken, aylardır bitiremediğim (doğrusu bitirmek istemediğim) elif key kitabını okurken, kahve içip çikolata kemirirken, arkada kendi kendine çalan radyoda birden o çıktı. sonra işte kıyıda köşede bekleyen, taslakta müebbete yatmış yazılarımı döktüm ortaya. ve sonra muhtelif günlerde tuza bastığım, işbu karışık yazılar çıktı ortaya.

85- öyle değil mi samet?:
bir süredir pencereden dışarıya bakıyorum. iş yapmıyorum. doğrusu aydınlatma direğine tünemiş serçeleri izliyordum. sonra bir kumru geldi, serçeleri kovaladı. hükümranlığını ilan etti simsiyah elektrik direğinin zirvesinde. fakat cesur olan bir iki serçe tamamen terk etmedi direği. biraz daha uzağında konumlandılar kral kumrunun. şaşılacak bir durum mu? değil. gerçek hayatta da böyle değil midir? büyük balık küçük balığı yer. güçlüler zayıfları ezer. büyük dertler, küçük dertleri öteler, hatta unutturur. şimdi artık iyiden iyiye beni basan, geren bu son derece kurumsal bir o kadar plaza katlı ofisin pencere kenarında dikilmiş öylece duruyorum. geçen gün instagramda melisa kesmez şuna benzer bir şey demişti. “böyle bir mart baharında istifa ettim kurumsal hayattan. hayatımın en iyi kararı. geçinmek zor ama en azından bu tuhaf yapılarda geçirmiyorum ömrümü.
ben dahil (içimden) herkes iyi ki dedi yorumlarken. bir kişi muhalefet etti. saygı duyduk. ama ben en çok sayın kesmez’e saygı duydum. çünkü ve zira; ben dahil (bu kez dışımdan bağırarak) bir çoğumuzun kölesi olduğu, olmak zorunda kaldığı, köşelere sıkıştığı plaza hayatına karşı zafer kazandığı için, en azından o kurtarmış kendini diye garip sevinç duyduğu -yalan yok- belki biraz kıskanarak demek ki olabiliyormuş diyerek takdir ettiğim bir durumdu. şimdi işte; bu serçe manzaralı plaza katından aslında, dünyadaki bunca yılımın, orta yaşımın köşesinden ileriye değil de geriye doğru bakıyorum. bugüne kadar ne yaşadım, yaptıklarımı niye yaptım? mecbur muydum? düz gitmek varken girmiş olduğum yola neden saptım? ve şimdi radyomda amy winehouse, ı’m no good derken başka bir şeyi kastetse de ben niye iyi olmadığımı düşünüyorum? iyi olma özelliğimi çok önce nasıl kaybettim? o vakit hükümsüzdü. şimdi yine öyle. hem hükümsüz. hem manasız. hem faydasız. bütün bu sız-ı-lanmalar da asıl-sız aslında. pencerenin kenarından, kumrunun köşk yaptığı direkte asılmış olan kendime bakıp kendimi yargılıyorum. çuvaldızları değil en delici, en zehirli mızrakları fırlatıyorum direkte asılı adama. doğru değil belki ama bunu yapmazsam eğer kaç gündür göğsümün üstünde oturan öküz ya da fil her nasıl yaratıksa artık oradan gitmeyecek. o yüzden bileyleyip bileyleyip fırlatıyorum mızrakları göğsümün en orta yerine. sonuç, öküz ölmedi! ortaklık devam ediyor..
.
86- bu gelen bahar mı? 
eskiden olsa böyle koşa koşa eve gelmezdim. tam boy güneş alan herhangi bir kafenin tüm sokak ve caddeleri gören en jeopolitik masasına çöreklenirdim. daha çayımı söylemeden etrafta olan biteni hikaye ederdim. başrol olmaya aday uzun saçlı, mavi gözlü garsonu incelerken uzak köşedeki başka bir müşterinin aniden hikayenin esas kişisi olmasına şaşırırdım. ama garsonu da es geçmezdim. hele ki standartların üstünde kibar ve becerikliyse en iyi yardımcı karakter olarak onu yazardım şüphesiz. yine müşterilerinin gözünün içine bakıp miyavlamalarıyla duygu sömürüsü yapan bir iki sarman kedi mutlaka olurdu hikayede. keza huysuz, kendini beğenmiş müşterilerin yanında mutlak bir istanbul beyefendisi yahut hanımefendisi sesi duyulurdu. civardaki korna sesleri hikayeye arka fon olurdu. bazen de kafedeki çatal bıçak, çay karıştırma sesleri. ama benimki olmazdı. ben şekersiz içiyorum çünkü. ve tüm bunlar pandemi dünyasından önceydi hep. az önce hastaneden çıktım. biraz ilaç, biraz nasihat ve bir kaç egzersiz verdi doktorum. sağ olsun devlet doktoruna nazaran oldukça ilgiliydi. hele ki iki sene önce geldiğim aynı hastanenin doktoru, oturduğu yerden kalkmadan, yüzündeki somurtkan ifadesini çıkarmadan bana kolumu kaldırıp indirmemi, ağrı olup olmadığını sormuş iki ağrı kesiciyle yollamıştı. o da doktordu bu da doktor. öyle ki beni bir dakika beklettiği için özür bile dilemiş, rüyada mıyım diye kendimi çimdiklemek zorunda kalmıştım. neyse, bu güzel doktor ve güzel havanın etkisiyle çıkmaz yirmi dakika yürüdüm. belki dedim eski günlerdeki gibi sakin ve güneşli bir mekan bulurum. bulamadım. mekanlarda aşırı normalleşen ve yakınlaşan insanlardan gözüm korktu. koşar adım eve geldim. doktorum verdiği ilaçlar içip egzersizleri yaptıktan sonra çay demledim. nicedir çıkmadığım balkonumu bir güzel yıkadım. çayımı aldım. kollarımı dirseğime kadar sıvadım. güneşe emanet ettim kendimi.
.
87-sevgili ibrahim : 
senden iyi olmasın eski, çok eski bir arkadaşım, “nasılsın?” dediğimde “nasıl olalım bir derdi başka bir dertle kapatıyoruz.” demişti uzun yıllar önce. o bu sözünü ve kendini unuttuğumu sanıyor muhtemelen. hatta ve belki de beni unuttu ama ben o sözü de onu da unutmadım. şimdi işte; birlik ve beraberlikten daha çok yağmura, kara ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz. kim diyor? ben demiyorum. ajanslarn ve onların mütemmimcüzü anlı şanlı, kontenjan profesörlerinin yalancısyım. pandemiyi unuttuk, kuraklığa ve yağmursuzluğa çözüm arar gibi yapıyoruz. yani; derdi başka bir dertle unutuyoruz. çünkü hafıza-ı beşer nisyan ile...  ve çünkü unutmak; insanoğlunun en güçlü savunma silahıdır. öyle olmasa şu üç günlük dünyada ölümü unutup bunca caniliği, kötülüğü yapabilir miydi, küçük meselelerden kalpler kırabilir miydi insan?
misal dün yine televizyonda rast geldiğim profesörlerden biri, bu hastalık bize bazı değerlerimizi hatırlattı, onların kıymetini daha iyi anladık babında tirat atıyordu. haklı olabilir. olmayabilir de. zira armut dibine düşermiş. ben de dibime düşenlere bakıyorum. yani kendime. çünkü; her ‘koyun’ gibi ben de bencilim. kendi bacağımı çekiştiriyorum. ama sadece bu yıl değil. doğduğum günden beri. pazar gününü icat edenlere sövüp sayıyorum. olan bitene bakıyorum. haftalardır, işe gidiyorum. eve dönüyorum. inanmayacaksın ama bazen sırasını şaşırıyorum. önce işe mi gidiyorduk yoksa eve mi dönüyorduk. ilk ne zaman başladı ve kim başlattı? sahi arkadaşlarla buluşup iki lafın belini kırıp hesabı sen mi yoksa ben mi ödeyeceğim kavgası yapardık. dertleri başka bir dertle kapatmaz boşları kenara ittiğimiz kafenin masasına yatırıp ameliyat ederdik. derdin metastaz durumuna göre ya kurtarır ya da orada öldürürdük. ama asla sürüncemede bırakmazdık. uzun lafın kısası sevgili ibrahim; hafız’ı özlüyorum. fiko’yu özlüyorum. ıssız’ı,alçı'yı ve müşavir’ide. ha yediğimiz ekmek kadar olmasa da teknoloji nimeti var. dün misal orta anadolu’nun balta girmemiş ormanlarından aradı fiko. aklımı çelmeye çalışıyor. bilmiyor ki ben dünden teşneyim sakinliğe, insansızlığa ve doğaya. ama halletmem gerekenler var. zorunluluklarım ve dahi kendimi inandırdığım sorumluluklarım var. ama galiba henüz cesaretim yok. o yüzden zaman diyorum. sadece birazcık zaman. sanki elimde yarına dair senet varmış gibi. var-mış gibi...
.