weekend - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

weekend


yanındaki veya uzak bağlantıdaki konuğu ekranın bir köşesinde eteğindeki taşları dökerken, telefonundaki sosyal medya mesajlarını okuyan spiker dikkatinde izliyorum bazen kendimi. misal kaç vakittir ve çoğunlukla hep hafta sonları yazdığımı görüyorum. bu ister istemez bir beklenti oluşturuyor bende ve hatta tahminim üç beş daimi takipçide. hatırlıyorum da çok eskiden, salı-cuma halk günü yapan mahalle marketleri gibi pazartesi perşembe yazardım. sanırım bilinçsizce yapılan bazı tekrarlar fark edilince alışkanlığa dönüşüyor ister istemez. hafta içi işteyken aklıma gelmeyen yazı çizi işi, boş kaldığımda, balkon yahut insan içine çıkınca otomatikman başlıyor. ve ondan sonra müslüm gürses gibi tutamıyorum ne zamanı, ne de kendimi. (16:36)
.
aslında bu yazı böyle başlamadı. 
sabah (10:30) balkona çıktığımda hissettiklerim şöyleydi:
hafız’ı özledim. fiko’yu da. bu dünyada özleyebileceğim yegane iki adam. böyle söyleyince bir anlam kayması, bir dil bilgisi kazası olmuş gibi duruyor. ama öyle. erik ağacına daldığımız günden beri. hatta daha ötesi. fenni sünnetçiden birlikte kaçtığımız o yazdan beri. onların apartmanına taşındığımız 79 kışından beri. üçümüzün aynı sıraya oturup aynı kıza aşık olduğumuz ilkokul sırasından, beden eğitim dersinde aynı tokadı yediğimiz orta mektep tedrisatından bugüne taşınan kadim dostluğumuz. dostlarım. hafız, bir kıta ötemde ama bir köprü, bir boğaz aşımı uzaklıkta. fiko anadolu’da, iki yıldır hafız’la benim hayalini kurduğumuz hayatın tam ortasında. kıskanmak ifadesi ağır olur. imreniyoruz. seviniyoruz da onun için. ama o bizim şimdiki büyükşehir cenderesinde sıkıldığımız gibi bunaldığını söylüyor kuzey anadolu kırsalında. kırsal dediysem ormanın içi, yeşilin dibi. tek eksik su. yani göl ya da deniz. iki üç saat uzaklıkta o da. ‘aklını başına topla olm. bizim halimize bak. şükret.’ diyoruz. lakin davulun sesi uzaktan hep hoş gelirmiş. herkes gerçek ve mutlu hayatı, sahip olduklarının dışında arıyor. bu yanılgıda yaşıyor. yaşıyoruz.
ne var ki, bundan sonra ilerlemedi yazı. telefonum çaldı. galiba ondan önce kapı çaldı. bir şey oldu. kaldı öyle. kaydedip çıktım. yürüyerek sahile indim. bir kaç fotoğraf çektim. deniz kenarı kalabalıktı. canım sıkıldı. geri dönmek üzereyken çocuklarıyla piknik yapan, benden yaşça biraz büyük iki kadın; “abi çıkıyorsa bizi de çek” dediler polaroid makina zannederek. “çıkmıyor teyze, çıksa çekerdim” dedim. niye öyle dedim bilmiyorum. geldiğim yolun aksi istikametinden geri döndüm. 
çay demledim. iki bölüm designated survivor izledim. yoruldum. dinlenmek için balkona çıktım. balkonun yıkanmaya ihtiyacı vardı. üşendim, erteledim. ama asla vazgeçmedim. bir vakit karşı binanın çatısında ne maksatla toplandıklarını bilmediğim kargaları izledim. sanki ciddi bir meseleyi konuşuyor gibiydiler. caddeden tarafa, mahallenin en büyük marketinin olduğu güney cephesine konuşlanmışlardı. bir süre aralarında tartıştıktan sonra denize doğru kanat çırptılar. ben balkonuma döndüm. bloga hep hafta sonları yazdığımı fark ettim. 
.