evdeki* - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

evdeki*


yaz sonu bir kamyon dolusu yeşilli turunculu yelek giymiş işçi ve bir sürü malzemeyle geldiler. önce, kısmen çevrili olan inşaat alanının etrafını iyice kapattılar. sonra kocaman vinçlerini diktiler zemin betonu atılmış boş inşaat alanının ortasına. daha sonra da malzemelerini getirip tek tek, özenle yerleştirdiler. iskeleler, kalaslar, demirler. 
on kat yukarıdan onları ve eserlerini izledim her gün. sabah akşam. işe gitmediğim günler boyu. ve yaz boyu. sonra sonbahar-kış boyu. ve nihayet gelsem mi gelmesem mi diye arafta bekleyen bu ilkbahar’da. katların birer yükselmesini izledim. yarısını, hatta çeyreğini görebildiğim deniz ve adalar manzaramın lime lime kapanmasını izledim içimde tuhaf, nasıl denir buruk, kızgın ve kırgın bir duyguyla. her gün izledim. uykudan kalkınca sabah mahmurluğunda. uyumadan önce ay dede şahitliğinde ve bazen açık unuttukları devasa vincin projektör ışığında. yaz boyu. sonbahar ve kışta. ve nihayet bu kararsız ilkbahar’da.
öncesinde bodrum katları başıboş bazı sokak köpeklerine ev sahipliği yapan, aylardır boş kalan hareketsiz, sessiz arazinin büyük bir savaşta yenilip de çökmüş olan ama sonra yavaş yavaş yaralarını sarıp ayağa kalkan bir dev gibi onuncu kattaki daire hizama çıkmasına şahit oldum. tam üç mevsim, sekiz ay boyunca. 
aslında yazıya otururken amacım; turuncu ve yeşil yeleklilerden, bir virüs gibi yayılan gri betonlaşmadan, mütemadiyen devam pazar sıkıntısından dem vurmaktı. ne var ki şimdi yazarken farkettim ki, yusuf atılgan’ın evdeki hikayesindeki isimsiz kahramanla küçük de olsa hatta tersten bir benzerliğimiz var.  onun hikayesi boşalan bir arsa ile benimkisi dolan bir arsayla başlıyor. o küçük kasabasından -büyük ihtimal büyük şehire- ben büyük şehirimden küçük bir kasabaya kapak atmaya bakıyorum. ama onun pazar günlerini, pırasayı, tren yolculuklarını sevip sevmediğini bilmiyorum. oysa ikimiz de izlemeyi seviyoruz. o top koşturan çocukları. ben karınca gibi çalışan işçileri.
misal şu yeşil fosforlu yeleği giyenler; kalıpçılar ve düz işçiler. iskeleleri onlar kurarlar. kalasları onlar taşırlar. demircilerden daha çok çalışırlar. zira turuncu yelekli demirciler, kalıpçılarla aynı saatte işe başlasalar bile onlardan bir saat önce paydos ediyorlar. kalıpçılara göre biraz daha inceliklidir işleri. halı dokur gibi o sert ve kararmış demirlere şekiller verip bir hizaya getirerek tahta kalıplar içinde betonla birleşmesine ve binanın arza çıkmasına sebep oluyorlar. yelekleri farklı ama hepsinin kafası sarı baretli. beyaz baretli mühendisleri ise arada ortaya çıkıp projeleri çarşaf çarşaf yaydıktan ve hararetle tartıştıktan sonra ya yanlarındaki lacivert baretli teknikerlerine yahut direk ustabaşlarına talimat veriyorlar. çok soğuk ve yağmurlu havalarda çalışmadılar genellikle. ama bazen de bugünkü gibi yağmurda sarı yağmurluklarıyla beton döktüler kamyon kamyon. 
şimdi işte onuncu kat hizamdalar. bu son kat betonuyla mavi denizim tamamen kayboldu. iki binanın arasından bana kalan; sadece üç metre mavi gökyüzü. ve bir hoş sada..
.
* yusuf altılgan - bütün öyküleri (evdeki)
.