kadıköy - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

kadıköy


en sevdiğim güzellik tasarlanmadan ortaya çıkandır” gibi bir cümle okudum bu sabah başladığım kitapta. sizin için ama size bağlı olmadan birden ortaya çıkan. gerçi kadıköy’ün benim için kadim olan güzelliği belliydi. tartışmasızdı. lakin bugün hiç aklımda, fikrimde yokken ve bilhassa geçtiğimiz iki hafta sonu işlerimi yarım saatte halledip kaldığımdan fazla süreyi yolda geçirip kaçar gibi uzaklaştıktan sonra daha bir ay uğramam sanıyordum. ama işte hayat sevmediğimiz yemeği önümüze dürten bir anne gibiydi. biz plan yaparken de yapmazken de kendi müfredatını ısrarla ve inatla koyuyordu yolumuza. 
bir şey oldu. kozyatağı’nda inmedim. kitaptaki bir kelime, metroda karşımda oturan kır saçlı, yeşil parkalı üzgün adam ya da ve belki de o an kulağıma hüzünlü bir melodi fısıldayan laura marling. bir şey oldu. inmedim kozyatağı’nda. kadıköy’e kadar okudum. oturdum. müzik dinledim. sonrasını düşünmeden.
..
geçen hafta bırak selam vermeyi, yüzüne bile bakmadığım haydarpaşa’dan özür diledim önce. sonra kuşlardan. sırasıyla denizden ve şehir hatları vapurlarından. sonra uzunca sustuk öyle. kadıköy ve ben. bir süre ayrı kaldıktan sonra söyleyecek çok şeyleri olup da söylememenin en iyi şey olduğuna kanaat getiren iki aşık gibi. sustuk. fonda derin ve akustik bir sessizlik çalarken. kelimelerin kifayetsizliğine biat ettik. ben ve kadıköy. barıştık. sessizce.
..
ayaklarım, sesli komut verilen siri hanıma inat güdüsel olarak ben daha bir şey söylemeden ve dahi düşünmeden çoktan oluşturmuştu rotamı. ışıklardaki azgın kalabalığın kollarına bırakıp kendimi karşıya geçtim. çarşı yolundan kahveci beylerin kahve kokusunu içime çekip balık çarşısına girdim. esnafın ve kuru kalabalığın telaşından çabuk sıyrılıp sakızgülü sokağ’nı kesen caddeye çıktım. güneşli bir çay ya da kahvehane aradım. bulamadım. bir saat önce gelsem yakalayabilirdim belki. yüksek binaların arkasına düşmüştü güneş. mecbur bahariye’ye çıktım. ama işte esnafımız iş bilmiyor azizim. kış günü, yağmuru anladım da güneş varken dükkana tente çekmek de neyin nesi? turgut uyar’ın atladığı evler gibi dört ya da beş dükkan atladım böyle güneşten kaçınan. nihayet halk eğitim merkezi karşısında bir dükkan buldum tentesi güneşe kadar uzanamayan.
..
sonra beyaz milli piyango şapkalı, biletçi “80 milyon ayağınıza geldi” diyerek yanaştı masama. uzak olsun benden dedim. içimden elbet. ben tepkisiz kalınca yan masaya sırnaştı o da. iki kadından esmer, kıvırcık olanı “söz veriyor musun çıkacağına?” dedi. 
“şans bu abla. belli olmaz.” dedi beriki. 
kıvırcık bu kez karşısındaki kırmızı montlu, sarı saçlı kadına doğru; “sevim abla hadi senin şansına çekelim” dedi. sevim abla nazlandı önce. piyangocuyla, kıvırcık üsteleyince de dayanamadı bir çeyrek çekti aradan sevim abla. 
...
bir vakit sonra benim gibi bir güneş manyağı daha geldi yanıma. lakin tam dibime oturdu az ötede boş masalar varken. çeyrek porsiyon güneş alan masa için. adamı suçlayamam. ama bana büyük ikramiyeyi verseler oturmam tanımadığım adamın kıçına. ha metroda, otobüste nasıl? o başka. hem ben biliyorum. ne çektiğimi. bir ben. ama işte bu kahveci dükkanların en nefret ettiğim yanı masa ve sandalyeleri kıç kıça koymaları. tıpkı on kişilik minibüsü on dörde on altıya çıkaran dolmuşçular gibi. nefes alacak alan bırakmıyorlar insana. görsen her yer paris. her yer roma. ama kafalar..!
..
kaç gündür haberleri izlemiyorum. ucundan kıyısından mecburen gördüklerim bile çıldırtmaya yetiyor beni. kime kızacağımı bilemiyorum. kendime kızıyorum. sonra diyorum bu böyle olmaz. küçük pollyanna oyunları buluyorum kendime. misal ve en başta güneş. sonra önümden geçen  kırmızı tramvaylar. ve halk eğitim merkezi’nin önünde, hemen solumdaki ağaçtan (galiba kavak) düşen tek bir sarı yaprağın aheste yolculuğunu izlemek. yüzünü görmediğim, fakat kokusu hoş kadınların yanımdan geçerken topuklu ayakkabılarının çıkardığı tok tok sesleri dinlemek., köşedeki kestaneciden yayılan kokuyu duyumsamak falan. yarama ancak bant oluyor bir süre için. fakat acımı dindirmiyor.
..
hülasa-ı kelam, güneşli bir cumartesi bilançom; bir buçuk saatte bir sade kahve, bir çay. çayı güzel olsa en az üç olurdu. ama sevmedim işte. hem zaten güneş ha kayboldu ha kaybolacak. hava serinledi. insan sirkülasyonu arttı. nefes almak zorlaştı. artık gitme vakti. tasarlanmayan bir cumartesi. bir tatlı huzur kalamış’ına denk bir kadıköy öğlen sonrası. yetmez. ama. evet.
.