öğle - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

öğle



düşünmekten ve yazmaktan başka yapacak daha iyi bir işim yok. bu öğlen. bu kasım. bu kış. hep böyle olur zaten. tepedeki bir kar topunun hareketlenmesine bakar çığın saniyesinde ortaya çıkıp önüne gelen her şeyi yutması. düşünmek ve yazmak. bir de bunların yanına katık olsun diye sade kahve ve biraz kasım güneşi. çünkü her şeyin olduğu gibi pastırma güneşinin de çoğu zarar. bir de işte sigara. olsaydı, içerdim bir buçuk seneden sonra. fakat içime çekmezdim. içim zira yeterince dolu. ama işte yazmak, yazarken düşünmek için bu öğlen de geldiğim varoş kafede kelimeler boğazımda değil de elimde düğümleniyor sanki. her şey o kadar boş geliyor ki buna yazmak da dahil deyip tüm bu içimden süzülenleri yine telefonun not defterine yazıyorum şimdi. üşüdüğümü hissediyorum öte yandan. güneş bulutların arkasına saklandı. benim saklanacak bir yerim yok. benim hiç bir şeyim yok. uykum bile*
acı kahvemi içiyorum. sadece sezen dinliyorum. sayfalar dolusu yazmak istiyorum. yazamıyorum. bu öğleden sonra mesela çalışmak istemiyorum. gidemiyorum. çünkü senenin tüm izin haklarını kullandım. minnet de etmek istemiyorum kimseye. kaç zamandır böyle aslında. dokuz altı prangası çok koyuyor bana. lakin işi olmayanları dahası keyfi işsiz kalıp bu ucube prangayı bile özlediğim zamanları düşünüyorum. düşündükçe yine üşüyorum. üşüdükçe bu saçma satırları yazıyorum. oysa yazdıkça büzüşen parmak uçlarım ısınıp düzleşiyor. hiç bir şeye yaramasa bile sırf bunun için bile yazmaya değer diye garip bir avuntuya sarılıyorum. fakat bu eylem de ısıtmıyor içimi. şimdi bana lazım olan bir parça gerçek güneş. belki biraz lodos. belki bir de kayık.
.
sıkıldım. güneş biraz kendine gelir gibi oldu. o sırada içeriye kısa sarı saçlı, yemyeşil yağmurluklu, uzun boylu, elli yaşlarında bir kadınla, kadından daha kısa boylu, biraz kilolu, aynı yaşlarda kel bir adam girdi. hangi masaya oturacaklarına kadın karar verdi. dominant bir karakteri var gibiydi. ama ne yiyeceklerine adam karar verdi. arka taraftaki yiyeceklere bakıp tek tek istediklerini söyledi. kadın telefonundaki mesajları okudu. belki instagram ya da facebookta bir kaç beğeni yaptı. ben bu olanları yazdım. başımı tekrar kaldırdığımda kadının beni izlediğini gördüm. ama kafasında başka düşünceler vardı eminim. karşısındaki kel adam patronu gibiydi. elindeki anahtarlardan onun arabasıyla geldikleri belliydi. adamın telefonu iphone’nun en son modeliydi. kesin patrondu. kadın onun üst düzey yöneticisiydi. öyle alelade bir elemanı değildi. ve bence en az 3 dil biliyordu. acaba sevgililer miydi? çok fazla konuşmuyorlardı. bir zamanlar sevgili olmuş ama yürütemeyince arkadaş kalmaya karar vermişler gibi ya da son demleriydi sevgililiklerin. bilemiyorum. bildiğim; aralarındaki gerilim elli metre öteden bile anlaşılıyordu. kadın sadece kahve içiyordu. adam gırtlağının peşinde, hamur işlerine yumulmuştu. belli ki çok konuşmayacaklardı.
hemen yanlarında oturan siyah deri ceketli, siyah kumaş pantolonlu, gözlüklü kadını gördüm sonra. beyaz çerçeveli gözlüklerinin ardından laptopuna seri hareketlerle bir şeyler yazıyordu. yazar olabilir miydi? sanmam. iş kadınıydı daha çok. pazarlamacıydı hatta. son raporlarını geçiyordu satış müdürüne. yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı. severek yapmıyordu o da işini belli. ve hemen yanımda bir yandan sigarasını içip bir yandan da televizyondaki klibi izleyerek ayağıyla tempo tutan kravatsız, siyah takım elbiseli genç adamın mesleğini çözemedim. ama bir sigara istemeyi düşündüm önce. lakin hemen vazgeçtim. yine üşüdüm. saate baktım. bire beş vardı. gitmeliydim. hesabı istemedim. onun yerine amerikan filmlerinin en sevdiğim hareketini yaparak kahve fincanının yanına fazladan para bırakıp arkama bakmadan kafeyi terk ettim.
.
* memet baydur