beş vakit - 20 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 20

sabah :
zengin adamdan zarar gelmez, fakir adamdan zarar gelir” dedi yanındaki kır saçları alnının üstünden ve kafasının tepesinden açılmış, gözlüklü arkadaşına. “öyle mi?” dedi gözlüklü. berikisi üniversite kürsüsünde ders verir gibi devam etti. “fakir adam kıştır, soğuktur, üşütür insanı. oysa zengin adam, yazdır, sıcaktır.” içimden bu teze katılmadığımı söyledim. otobüsüm gelmeseydi belki dışımdan da söylerdim.
..
.
öğle:
"burası dedi tam emekli yeri. sessiz, sakin. çıt çıkmıyor sabah akşam." 
haklıydı. şehrin ortasında, büyük şehrin gürültülü keşmekeşine bulanmamış. saklı bir cennet, adeta çölde bir vahaydı. o şansını kendi yaratanlardandı. marjinaldi. hırslıydı. lise birincisiydi. üniversitede de hayli iyiydi. boşlukları sevmezdi. bir koltuğunda değil iki, üç karpuz birden taşırdı. şimdi işte bu dünya cennetinde mutsuz.
 “niye böyle?” dedi. sustum. çünkü cevabını bilmediğim değil de en çok cevabını bildiğim sorulardan korktum ben. bir kez daha “neden?” diye sordu. yine sustum. uzunca bir süre sonra sadece “babanı aramalısın” dedim. 
ben oradayken aramadı. sonra aradı mı bilmiyorum.
..
.


ikindi:
bayram ve tatil dolayısıyla budanmış bir ağaca dönen şehirde yine de hatırı sayılır bir kalabalığı olan işlek kafelerden birinde gölgeleniyorum. caddede hareket eden araç ve insan sayısı her zamankinden daha az. hani bazen kaptırınca, esen rüzgarın da tesiriyle orta halli bir anadolu şehrinde olduğunu bile hayal ediyor insan.
şehrin bu geçici sakinliğine rağmen düşünüyorum da ; sait faik, günümüz dünyasında ve mesela istanbul’da yaşasıydı. ne yapardı? burada insan ve hikaye çok deyip kalemini yine iştahla mı yontardı. yoksa sokaklarından insan akan bu gürültü şehirden yorulup daha eylül gelmeden ağustosun on ikisinde dökülen yaprak misali erkenden pes mi ederdi? orhan veli ya da? 
ne yaparlardı?
..
.
akşam :
annemle evinin balkonunda benim demlediğim çayı içiyoruz. bana sorarsan süper bir çay. dünyanın en iyi demlenmiş ikinci çayı. çünkü söylemiştim; dünyanın en iyi çayını babam demlerdi. ama işte annem her vakit olduğu gibi bunu da beğenmedi. lafı değiştirdim. akşam sefalarını ve diğer çiçeklerini sordum. gözleri parladı. “hava serinledi. birazdan sulayalım mı?” dedi.  “olur sulayalım” dedim. ama emeğimin peşini de bırakmadım, ekledim. "tamam babam kadar kimse yapamaz ama hadi itiraf et benim çayım da o kadar kötü değil di’migüldü. çok içten güldü. fakat bu kez gözlerinin derinliğindeki hüznünü gizleyemeden güldü. ama çok içten güldü..
.
yatsı :
niye bilmem, zaz’dan  ‘la lune’ şarkısını dinleyerek bu vakti yazmaya çalışıyorum şimdi. elbetteki telefonumdan rastgele seçtiğim ilk parçaydı. sonra değiştirmedim. yineleye bastım. şimdi döne döne zaz söylüyor. la lune mösyö. la lune madam. la lune.
oysa bir vakit şöyle demiştim. yahut bir yerde okumuştum. emin değilim.
keşke hayatımızın da bir pause tuşu olsa. çok bunaldığımızda o tuşa basıp nefeslenebilsek. yeterince güçlü hissettiğimizde de kaldığımız yerden, istediğimiz sorudan yeniden başlayabilsek. ama işte hayat gerçek bir sınavdı. ve dört değil bazen bir yanlış bütün doğruları götürmeye yetiyordu. çünkü feridun abi haklıydı. hep haklıydı. hayat bize şekil yapar, matematik kandırır, sezen hüzünlendirirdi. 
evet..
..
.
.
morcheeba - blood like lemonade