beş vakit - 19 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 19

sabah:
ya skiyim otobüsü. bırakın gitsin ya!” diye bağırdı önünde koşan iki kızın peşinden. kızlardan kısa saçlı ve esmer olanı bir an duraksayıp geriye, sarı kafalı arkadaşına baktı. hızlanmadan önce de benimle göz göze geldi. durmadı. uzun saçlı kumral arkadaşının peşinden koşmaya devam etti. bizim sarı kafa da koştu mecbur kalıp. az ilerideki durakta da yaşlı bir amcanın yavaş hareket etmesinin yardımıyla yakaladılar otobüsü....
hepsi bu.
ne onlar benim bu yazdıklarımdan ve onların sinkaflı diyaloglarına şahit olduğumdan haberdarlar (belki esmer kız) ne de ben onların otobüsteki hesaplaşmalarından. ama işte kısa hayatlarımızın minik bir anına dokunduk yine de.
..

öğle:
sanki istanbul’un bir yarısı tatile çıkmış gibi değil de dünyanın yüzde sekseni ortadan kaybolmuş gibi. öyle ıssız. öyle sakin bir yeryüzü. iki saniyede bir motorlu taşıtın, motorsuz insanın eksik olmadığı caddede serin rüzgarlar cirit atıyor şimdi. hem ne esmek. mecbur montumun yakalarını biraz daha dikleştiriyorum. döner ekmeğin son lokması ile ayranın son yudumunu denk getirdiğim gibi güneşin ısısı ile rüzgarın serinliğini denkleştirmeye çalışıyorum bu öğle iznimde. ama mümkün olmuyor. ya güneş çok yakıyor. ya rüzgar çok serin esiyor. soluma, varoş kafeye doğru başımı eğiyorum. bir acı kahve teklif ediyorum kendime. lakin kararsız kalıyorum. çünkü beyaz bir kelebek sarı bir papatyaya konuyor o sırada. ve bir çift kuş havalanıyor telaşla. olmamış şey değil. şaşılacak da şey değil ayrıca. doğanın kanunu. kendimce anlam yüklüyorum olanlara. gitmiyorum kahve içmeye. ama biliyorum ki safi üşengeçlikten. bir de sanki rüzgarın etkisi azaldı gibi. azaldı sanki.
..
ikindi:
elimde olmayan şeyleri elimdeymiş gibi göstermeyi sevmiyorum. hani istesem de beceremem zaten. demem o ki bayım; hiç bir zaman iyi bir poker oyuncusu olmadım, olamam. dolambaçlı yollara girmiyorum yani. elimde ne varsa tüm kartlarımı açıyorum. açık. net. şeffaf. adı her neyse o oluyorum. bugün öğleden sonra gelen hizmet sektörü temsilcisi zarif hanımefendiye de öyle oldum.
yekten şunu şöyledim; bana bildiğimiz, klasik  pazarlama taktiklerini, fayda maliyet analizlerinizi yapmayın lütfen. bütçem bu. istediğim şu. olur mu olmaz mı? bunu söyleyin.
inadını, eğitimlerde öğrettikleri ezberlerini kırmam kolay olmadı. o santrançtaki bildiği ve en güvendiği hamlesini yaptı yine de.
savunma yerine yine hücum ettim. “ işiniz bu biliyorum ama benim horoz şekerine ihtiyacım var. ne elma şekeri, ne de pamuk şekeri istiyorum. pazarlık amacım da yok. açık konuşacağım sizinle” dedim. konuştum da. sonuçta ikimizde ücretli çalışanız. patronlarımıza daha çok kazandırmak için ego çarpıştırmaya, akıl oyunlarına ihtiyacımız yok. ben dedim sattığınız horoz şekerine en fazla üç otuz para verebilirim diyerek elimi ve tüm kartlarımı açtım. artan maliyetlerden girmek üzereyken elimi bir kez daha açtım ve öne doğru uzattım. olur mu olmaz mı diye tekrar sordum. gülerek elimi sıktı. “maalesef olmaz” dedi. o kahve için ben zahmet edip geldiği için karşılıklı teşekkürleşip görüşmeyi sonlandırdık.
..
akşam:
önce yağmur. sonra güneş. okul öncesi son tatil gününde yıkanmış ilkokul öğrencisi gibi tertemiz oldu istanbul. bütün pisi, sisi ve pusu dağıldı. öyle ki denizi böyle mavi, burgazada’yı böyle canlı görmek çok mümkün olmuyor her zaman. ama işte bugün. bu akşamüstü istanbul başka güzel. adalar bir başka. sen her daim..
..
yatsı:
bir fotoğraf daha buldum. yine zarifoğlu’nun kitabının arasından düştü. tam da babasından aldığı mektuplara öykünürken. peki tamam. babamın olduğu satırlarda yalan söyleyecek değilim. zarifoğlu’nun babasıyla olan mektuplaşmalarını her okuduğumda çok kıskanıyorum. yine kıskandım. şimdi yine onları kıskanırken sanki bir işaret gibi düştü fotoğraf önüme. oysa bütün fotoğrafları albüme kaldırdığımdan emindim. 
seksenlerin sonu yahut doksanların başı olmalı. henüz tadilat aşamasındaki kuruyemişçinin önünde. güneşli bir gün. babamın yanında çocukluk arkadaşım ahmet var. uzun yıllar önce taşınmışlardı mahallemizden. ziyarete gelmiş olmalı. üstünde mont ve kazak var. belli ki kış günü. babamda yeşil iş önlüğü. dükkandan fotoğraf için ayrılmış belli. yüzünde bir an önce işe dönme telaşı olsa da içten gülümsemeyi başarmış. iki eli önlüğünün cebinde. gözlerini güneşten sakınmak için biraz kısmış. yaşından genç ve dinamik görünüyor. yakışıklı, otoriter babam benim. ahmet’in iki eli de siyah kotunun ceplerinde. o da samimi. güleç yüzlü. her zamanki gibi. sanırım fotoğrafı çeken benim. ama anımsamıyorum o günü.. 
yalan dünya. yalan zaman. 
bir kez olsun diyorum mektup yazabilseydim. alabilseydim. hiç olmazsa yazarak söyleyebilirdim onu sevdiğimi. çok sevdiğimi...
.