ara’lık 2018 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ara’lık 2018

30 aralık
caddeler, mağazalar, haber bültenleri, kulak misafiri olunan muhabbetler, hemen hepsi yeni yıl diyor. hoş geldin diyor. güle güle diyor. kim eski, hangisi taze. güzel nerede, umut hangi iklimde? kafam karışıyor. oysa yılbaşı denince benim aklıma ne lapa lapa kar yağışı, ne büyük ikramiye ne de başka bir şey geliyor. sadece ruhuma sinen portakal kokusu. hepsi bu.
hepsi bu.


29 aralık
çok soğuk ama şanslı sayılabilecek bir gün. sabah, el-ayak donduran soğukta önce beni metroya götüren dolmuşu saniyelerle yakaladım. hemen ardından son dakikada metroya tutundum. üstelik sekizli vagondu. hayatımda çok ender görülen bu ardışık şans anlarımda bir koruyucu meleğimin varlığına ve yenilmez olduğuna inanırım. öyle ki amerika’ya tek başıma savaş açsam kazanırım moduna girerim. yine öyle oldu. indirimdeki ve stoktaki tek kitabı ben aldım. kahvecideki güzel kız ilk bana gülümsedi. lakin benim savaşacak gücüm yok ibrahim. yorgunum. bu yıl. çok..


27 aralık
çocuğum belki. elimde tahtadan kılıç
ve kırgınım sana ben
haberin de olmayacak..
.
uzun zaman olmuştu. bir şarkıyı defalarca, tekrar ve tekrar, belki yüz defa dinlemeyeli.
bu akşam, emre aydın’ın bu şarkısı çıktı karşıma. ben karşı çıkamadım. hatta biraz bile isteye yuvarlandım içine. bir belediye otobüsünde. yetmedi. sesi açtım. çok açtım. sarı ikaz çubuğu. kifayetsiz kaldı. kırmızı tehlikeli çizgiye çıktım. ve şimdi hala oradayım. inmiyorum. saat on sekiz otuz beş. çocuğum belki.


26 aralık
yılın ilk mucizesi geldi. lapa lapa yağdı. ve öğlen vakti, vefasız bir sevgili gibi ardına bakmadan gitti.




24 aralık
pazartesi.
her zamanki gibi.
işe gittim. eve döndüm.


22 aralık
bir süredir bir programa bakıyorum boş boş. hey gidi günler, televizyonda. şimdi nükhet duru. gerdan kıvırarak “neydi her gün yanıp külleriyle çoğalan” diyor. neydi neydi bizi aşık eden..
sonra fatih erkoç geliyor. “sigaramın yarısını ben içtim yarısını rüzgar.”diyor.
bense dışarı çıksam mı çıkmasam mı gibi saçma ve basit bir ikilemde öylece bekliyorum. aslında olmayacak bir mucizeyi bekler gibiyim. köprüdeki kız adele gibi bir şey olmasını bekliyorum. hiç bir şey olmuyor..



21 aralık
küçük, sakin, kendi halinde, sessiz bir sahil kasabası dillere pelesenk olmaktan öte, şimdi, şu an, tam da bu ara’lık gerçekten ihtiyacım olan şey sevgilim. ama ve lakin; tüm iyi şeyler gibi bunun da bir bedeli var. bir karşılığı..
anlıyor musun?

19 aralık 
akşam. kış karası. saat on sekizi biraz geçiyor. yağmur şimdi karla karışık. ama ajanslar yüksek yerlere kar yağabileceğinden bahsediyor. ahmet kaya ise; doruklara sevdalandım diyor. ben arka dörtlünün en solunda, pencereden gelen soğukla, yanımdaki ablanın yaydığı sıcak aralık’tayım. oysa ve aslında; bir süredir durmuş, boş gözlerle dünyayı izliyorum. bu kadar karmaşa diyorum, ömrü üç saniye ile üç saat arasında süren her şeyi, herkesle aynı anda yapma çabası, her şeye ve herkese yetişme telaşı, bu koşturmaca. sonra bu hız. bu içeriksiz ve samimiyetsiz muhabbet. bu büyükşehir aymazlığı. metropol vurdumduymazlığı. bu hayat ise şayet, nehirdeki römorkörü kullanmaya can atan 25.saat’in edward norton’un hayatı nedir acaba? ya da bir deniz feneri bekçisinin? bazen notlar alıyorum. üzerine düşünüyorum. bu hızda, bu karışıklıkta nasıl olup da çıldırmadığımıza şaşıyorum. ya da herkes çıldırdı da bu durum bize normal mi geliyor diyen, incir çekirdeğini doldurmayan düşünceler işte. 

15 aralık

kuşlar mutlu. kuşlar özgür. kozyatağı’ndan sarıyer’e uçuyorlar. 

ne güzeller..






11 aralık
sabahın yedisi. üç kadın, iki adam bir metro tutamağında hayata tutunmaya çalışıyoruz. vagon haddinden fazla kalabalık. vatansız mülteciler gibiyiz. şaşkın. yorgun. uykusuz. ve öyle sessiz. içeride nuri bilgi ceylan filmlerinin sakinliği var. herkes kendi halinde. tam bir liberalizm. hemen solumda oturan şanslılardan ikisi kafalarını geriye yaslamış yalandan yahut gerçekten uyuyorlar. arkamda kapıya yaslanan yeşil montlu, kirli sakallı adam tilt oynuyor. bizim tutamağın sakinlerinden beyaz şapkalı kız, siyah ojeli parmaklarıyla telefonunu kurcalıyor. yanındaki güzel gözlü kız ise mağrur ve hareketsiz. ünlü bir ressama poz verir gibi. karşısındaki orta yaşlı, esmer kadın yorgun. düşük omuzları, ayak uçlarına bıraktığı derin düşünceleri var. sırtı bana dönük abinin turkuaz mavisi montu var. hemen ensesinden sarkan şapkasının içi hardal renkli bir vadi sanki. içinde oynuyoruz. hafız. fiko. turgut ve ben. vadinin ortasında bir bataklık gölü var. yüksekçe bir yerden aşağıya bu bataklığa bakıyoruz.  “üç tane adamı içine çekmiş olm bu bataklık” diyor turgut. fiko hemen bozuyor turgut’u; “siktir lan, nerden duydun da uydurdun hemen?” üç adamı gerçekten yutmuş mu bilmiyoruz ama gece rüyalarımıza girecek kadar ürkütücü bu vadi. yukarıdan, aşağıya göle isabet ettirmek için üç-beş taş atıyoruz. kimsenin taşı ulaşmıyor göle. en yakın atan hafız’ı birinci ilan edip eve dönüyoruz. midemin çok fena kazındığını hissediyorum. ama öyle böyle değil. daha kapıdan girmeden bağırıyorum “anneee ben çok acıktııım.” ses yok. hiç böyle yapmazdı oysa. en kötü ‘zıkkımın kökünü ye. daha şimdi yedin’ derdi. bir daha bağırdım en orta üç sesimle. bu kez “ayrılıkçeşmesi” dedi annem donuk, metalik bir sesle. ayrılıkçeşmesi. marmaraya gidecekler bu istasyonda insin dedi. indim.





08 aralık
berberden dönüyorum. güneş aralık ayına göre çok cömert. lakin kuru soğuk da öyle. bolu’ya, ankara’ya düşen karın ayazından nasipleniyoruz. bu yüzden ve soğuk bahanesiyle traştan sonra meto’ya yıkatmadım saçımı. o vakit üfleyim abi” dedi çevik bir hareketle saç kurutma makinesinin kablosunu koluna dolarken. oldu olacak bir de oku olm bizi. hem n’olacak bu memleketin ve beşiktaş’ın hali” dedim. bir şey demedi. aynadan baktım. bıyık altından gülümsüyordu köftehor. çıkınca hafız’ı aradım. “bugün buluşamam birader” dedi kılıbık herif. feneri nerde söndürdüğü bilinmeyen fiko, yine açmadı telefonu. önümdeki notlara bakma ihtiyacı hissettim. alışveriş listemi gördüm. soğan, domates, mandalina, ayva. edip cansever görse; şimdi nefis bir şiir yazardı bu listeye diye düşündüm. sonra sait faik düştü aklıma; o da adına düzenlenen yarışmada birincilik kazandıran güzel bir öykü yazardı, sakin sakin. suya sabuna dokunmuyor gibi görünen ama ruhumuza işleyen bir hikaye. film de çekilebilir elbet bu mahşerin dört atlısına. kızarmış yeşil domateslerin, mandalinaların filmi oluyor da portakalla soğanın neden olmasın? olurdu elbet.. mesela; nuri bilge ceylan’ın uzun uzun bir soğana, bir portakala yakın çekim yaptığı, arka planda bazen flu bir maviliğin, bazen kar beyazı bir cümbüşün yer aldığı cannes film festivalinde jüri özel ödülü alacak bir film. şarkı lafzına hiç girmiyorum. zira barış abi bu bahsin en iyisini yazdı. üstüne başka şarkı da yazılmaz, söz de edilmez..
.