son çalan şarkı - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

son çalan şarkı

O zaman bunu niye yaptığıma bir anlam verememiştim. Belli ki bugünler içinmiş. İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti’nde Necla ve üniversiteden iki can dostumla oturmuş çene çalıyorduk. Daha çok okul anılarından, geçmişteki mesut günlerimizden bahsediyorduk. Zira mevcut gündem, en az saçlarımıza düşen aklar ve bedenimize eklenen yağ kütleleri kadar acı veriyordu. Arka planda Tom Waits’in bir şarkısı çalıyordu. Sanırım Innocent when you dream idi. Evet evet,hani şu Smoke filminin finalindeki meşhur şarkı. Ben aniden ve üstelik ortada hiçbir neden yokken; "Ölünce cenazemde Tom Waits çalsın dostlarım. Bu size vasiyetim olsun," diyerek heyecanla ayağa kalktım. Masadan kalkarken çarpıp düşürdüğüm bardağın sesiyle bizimkilerin sessizliği arasında bir süre dondu kaldı zaman. Kimse tek kelime etmedi. Sadece Şebnem ve Oğuz’un suskun ama meraklı bakışlarının üzerime sabitlendiğini hatırlıyorum. Necla ise söylediğimi hiç duymamış gibi dalgın bir biçimde pencereden süzülen yağmur damlalarını izliyordu.
Sessizliği Şebnem bozdu. Zaten en konuşkanımız oydu. Mesleğinin de vermiş olduğu bir refleksle, hem beden hem de tatlı dilini devreye soktu. Öncelikle yüzüne, beni anlamayaçalışan ciddi bir ifade oturttu. Hemen akabinde sağ bacağını sol bacağını üstüne attı. Sırtını koltuğa iyice yasladıktan sonra da psikologlara özgü bir eda ile tane tane, kelimelerin üzerine basarak konuşmaya başladı.
“Canını sıkan bir şey mi var Selim? Bize anlatmak ister misin? Ölüm, vasiyet. Asla senin cümlelerin değil bunlar. Neler oluyor?”
“İnsanlar değişir Şebnem. Ben de değiştim.”
Şebnem’in bir anlık sessizliğinden yararlanan Oğuz girdi araya ve tanıştığımız günden beri yaptığı gibi yine onu tasdik etti.
“Şebnem doğru söylüyor, dostum.” 
Sonra, masanın üzerinden bir kadeh alarak ayağa kalktı ve sağ elinde kadeh, sol eli pantolonun cebinde olduğu halde ileri geri yürürken konuşmasına devam etti.
“Böyle karamsar konuşmalar, melankolik tavırlar hiç yakışmıyor sana. Daha önümüzde görecek çok güzel günlerimiz var. Hem ne demiş üstat Nazım Hikmet; En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımızdır.”
Bu sefer Şebnem, Oğuz’a arka çıktı.
“Oğuz çok haklı.”
“Haklıyım tabi ya. Hadi, şimdi hep beraber sağlığımıza ve gelecek güzel günlere kaldırıyoruz kadehlerimizi.”
Ayıp olmasın diye ben de kadehimi kaldırdım. Ama bir gözüm hâlâ Necla’daydı. Konuyu açtığımdan beri sessiz kalmıştı. Bedeni oradaydı ama besbelli aklı başka yerlerdeydi. Önce oturduğu yerden kadehini isteksiz bir biçimde kaldırdı. Sonra da uzunca bir süredir pencerede tuttuğu renksiz ve sabit bakışlarını bu kez önündeki siyah çerez tabağına dikti. Sağ elinin işaret parmağıyla tabağın içinde daireler çizmeye başlamıştı ki aniden ve gürültülü bir şekilde söze girdi.
“Ama cenazede şarkı çalınması, hem dinimize hem göreneklerimize ters," demesiyle kül tablası büyüklüğündeki çerez tabağını hışımla masaya vurması aynı anda oldu.
Oysa Necla’nın dini hassasiyetleri o kadar yüksek değildi. Biliyordum. Niye böyle yaptığına o an için anlam veremedim. Üzerine gittim. 
“Olmayacak şey de değil ama,” dedim.
Ses çıkarmadı. Bir karış suratla başını yine pencereye çevirdi. Az önce bıraktığı yerden boşlukları okumaya devam etti. O an yine de farklı davranmasını beklerdim. Her ne kadar durduk yere ve hiç gereği yokken boş boğazlık etsem de böyle hassas bir konuda en azından diğer dostlarım gibi daha ılıman ve yapıcı olabilirdi. Onca yıl birlikteliğimizin, sevgimizin bir karşılığı, bir hatırı olmalıydı? Yoksa beni hiç sevmemiş miydi? Onlara belli etmemeye çalışsam da eski karımın bu doğruculuğu epey canımı sıkmıştı o gün.

                           ***
Aslında her şey, tüm bu olanlar, önlenemez çöküşüm Necla ile boşandığım gün başlamıştı. Necla, ilk ve son göz ağrım. Üniversitede henüz kayıt aşamasında tanışmış, okulu birlikte bitirmiş, toplam altı sene çıktıktan sonra mutlu bir aşk evliliği yapmıştık. İlk yılımız masallardaki kadar olmasa da güzeldi. İkinci yılın ortalarında her ailede olagelen tartışmalarımız giderek büyüdü. Nihayet üçüncü yılımızın ortasında, bir akşam yemeğinde; ‘Şu tuzluğu bana uzatır mısın’ dercesine, sakin ve kendinden emin bir biçimde “Ben boşanmak istiyorum Selim,” dedi. Dönüp “Ne diyorsun?” bile diyemedim. Elimdeki çatal masaya düşmüş, kaskatı kesilmiştim. Kararından vazgeçmeyecekti. Biliyordum. Zira bugüne kadar hiçbir kararından geri dönmemişti. O şaşkınlıkta sadece “Neden?” diye sorabilmiştim. Neden?
Ona göre yalnızca iyi birer arkadaştık. Fakat hiçbir zaman ideal bir çift olamamıştık. Ayrıca evliliğimiz boyunca sevgimi hissedemediğini, benim kendisini değil de birlikteliğimizi sevdiğime dair inancından da bir türlü kurtulamadığını söyledi. Bu nedenle de yalnız kalmak istediğini, buna asla başka birinin sebep olmadığını ve daha bir sürü kişisel ve bilimsel şeyler ileri sürdü. Son olarak da gerçekte asla ayrılmayacağımızdan, her zaman arkadaş kalacağımızdan bahsetti. Dediği gibi de oldu. Arkadaş kaldık uzunca bir süre. Ama benim de bir yanım hep buruk kaldı. Bu kadar yakınken ona eskisi gibi dokunamamak, hep uzağında kalmak, ayrılmadan önce beraber yaptığımız her şeyi tek başıma yapıyor olmak, her geçen gün daha da dibe itti beni. İşlerimi aksatmaya başladım. Hatta bazı geceler kendimi öyle kaybediyordum ki sabah işe gitmeyi unutuyordum. 
Patronum Hulusi Bey anlayışlı, babacan bir insandı. Her ne kadar gereğinden fazla titiz ve biraz asabi olsa da onu severdim. İnsancıldı en azından. Patron olmanın ve benden dokuz yaş büyük olmanın verdiği avantajla bir iki kez nasihat da etti. Baktı olmadı, ikaz etti. Fakat o kadar dağıtmıştım ki, ona yapacak başka bir şey bırakmamıştım. Şirket için çok önemli olan bir iş bağlantısı benim hatam, daha doğrusu dalgınlığım ve unutkanlığım yüzünden gerçekleşmedi. Zaten bu da bardağı taşıran son damla oldu. Boşandıktan tam dört ay sonra, bir yılbaşı akşamı işten kovuldum. Herkes yeni yıldan aşk, iş, para-pul, sağlık dilerken ben hepsini birden kaybetmiştim.
Sekiz yıllık tazminatımı verdiler. Aldığım para ancak arabanın kalan kredisini kapatmaya yetti. Ev zaten kiraydı. Arabayı sattım. “Hazıra dağ dayanmaz oğlum,” derdi annem. O zamanlar pek kulak asmazdım. Fakat annem haklı çıktı. Bu dağınıklığımla elimde avucumda ne varsa hepsini beş ayda bitirdim. Mecbur iş aramaya başladım. Fakat ha deyince, öyle kolaylıkla iş de bulunmuyordu. Ekonomik kriz kapıdaydı. Artık zorunlu ihtiyaçlarımı bile karşılayamıyordum. Birkaç kez Oğuz ve Şebnem’den borç almıştım. Ama artık onlardan istemeye hem utanıyor hem de bu durumun Necla’nın kulağına gitmesinden korkuyordum. Son çare, eski şirketimdeki Dış Ticaret müdürü Hayati Bey’e gittim. Sağ olsun, ikiletmedi isteğimi. Ertesi gün hesabıma on bin lira gönderdi. İki aylığına demiştim. Çünkü bu sürede iş bulmayı umuyordum. Ancak olmadı. Aksilikler üst üste geldi. Oysa yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştım. Her hafta Cuma günleri cemiyette Necla, Oğuz ve Şebnem’le buluşuyor, Cumartesi geceleri diğer okul arkadaşları ile on bir – on ikiarası halı saha maçı yapıyor, pazar sabahları bazen yalnız, bazen yine bizim tayfadan birileri ile Moda’da kahvaltı yapıyor, gazeteler haricinde eşe dosta da haber verip ciddi ciddi iş arıyordum. Tam işler rayına oturuyor derken bir halı saha gecesi eve hırsız girdi. Televizyon, dizüstü bilgisayar, müzik seti gibi elektronik eşya namına evde ne varsa hepsini toplayıp götürdü. Yine aynı gece maçta ayağımı kırdım. Kemiğin kaynaması beklenilenden uzun sürdü. Beş altı hafta ayağım alçıda kaldı. İş görüşmelerine gidemedim haliyle. Borcu aldıktan yaklaşık iki buçuk ay sonra Hayati Bey aradı, mahcup bir şekilde. Niye aradığını biliyordum. Aksiliklerden bahsettim. Aybaşında en azından paranın yarısını takdim edeceğimi söyledim. Ama o kendi elinin de sıkışık olduğunu, iki hafta önce eşini ameliyat ettirdiklerini, tedavisinin hâlâ sürdüğünü, küçük oğlunun da tecilini bozup askere gittiğini, zor durumda olmasa beni sıkıştırmayacağını, bu yüzden de bir an önce paranın tamamını alması gerektiğini söyledi.  “Bir yolunu bulacağım,” diyerek kapattım o akşam telefonu. Uzun süre ne yapacağımı düşündüm. Bir çıkar yol bulamadım. Necla’yı aradım. Sesini duymak istedim. Bir türlü ulaşamadım. Bir saat boyunca ve neredeyse on dakikada bir aradım fakat açmadı telefonunu. Oysa hiç böyle yapmazdı. Şebnem’i arayıp sordum. “Spora gidecekti, salondadır herhalde,” dedi. Aradığımı görünce bana dönerdiye düşündüm. Lakin üç saat geçmesine rağmen aramadı. Bir yanda Hayati Bey’e olan borcum. Bir yanda Necla’nın çıldırtan sessizliği.
Babadan kalma otuz sekizliği çekmeceden ne vakit ve nasıl aldığımı hatırlamıyorum. Hem hatıra hem de hırsıza, uğursuza caydırıcı olsun diye yatak odamdaki çekmecemde duran silah şimdi elimdeydi. Nasılsa haznesi boştu. Aynanın karşısına geçip silahı şakağıma dayadım ve tetiği çektim.

                          ***
Ve şimdi; Kadıköy Osman Ağa Camii avlusundaki çınar ağacının üstünden kendi cenazemi izliyorum. Dilimin ucunda kekremsi bir şiir.
…. 
Ve o gün ilk defa 
ölüsünü gördü Ruhi Bey
Soğumuş gövdesini gördü
Donuk gözlerini, durmuş kalbini
Gördü neye benzerse bir ölü.
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Mutlusunuz Ruhi Bey.
Yarın gazetelerde çıkacak ilanlarım
Ruhi Bey öldü
Bu ölüm töreninde mutlaka bulunacağım
Bir daha görmek için ölümü
Çelenkler yığılacak avluya
Ki benim sayısız ölülerime
Yaldızlı yapraklarını kıpırdatarak bakacaklar
Sevgiyle 
Avluda, tabutumun hemen önünde kadim dostlarım Oğuz ve Şebnem, Necla’nın iki yanından kollarına girmişler. Sessiz ve hareketsiz öylece bekliyorlar. Hava kapalı olmasına rağmen üçünün de gözünde simsiyah güneş gözlükleri var. Belli ki çok üzgünler. Hemen yanlarında da kız kardeşim Sevim. Gözlüğü yok. Eşarbı kaymış. Saçları dağınık. İfadesiz bir yüz ifadesiyle öylece tabutuma bakıyor. Onların hemen arkalarında ise, işyerinden beni sevdiğine inandığım bir kaç arkadaş, patronun kardeşi Necati Bey ve genel müdürümüz Korhan Bey, sekiz sene çilesini çektiğim anonim şirketlerini temsilen gelmişler. Ayrıca çelenk göndermeyi de ihmal etmemişler. Avlunun bir köşesinde patronum Hulusi Bey’in ve şirketimizin adının yazılı olduğu son derece şatafatlı iki ayrı çelenk göze çarpıyor. Birbirimizi hiç sevmediğimizi sağır sultanın bile duyduğu pazarlama müdürünün niye geldiğini ben de bilmiyorum. Kesin patron kısmına yaranacak bir sebebi vardır adi herifin. Görüyorsunuz ya, cenazemde bile günaha sokuyor beni bu tıynetsiz dalkavuk.
Arka sıralarda bir kaç uzak ve yakın akrabamı görüyorum. Kardeşim ve yakın dostlarım hariç neredeyse hepsinin yüzlerinde katılması zorunlu bir davet etkinliğinin bitse de gitsek sabırsızlığı okunuyor. İkili, üçlü gruplar halinde sıralanmışlar, günlük dedikodularını yapıyorlar. Ama kardeşim Sevim ağlamaktan şişmiş gözleri ile perişan bir halde.Öldüğüme en çok onun için üzülüyorum. Dört yıl önce trafik kazasında rahmetli olan anne ve babamdan sonra bugün de ben. Zavallının bu dünyada kimsesi kalmadı. Gerçi dünya da kimseye kalmıyor. Ama ne yaparsınız? Kader işte! Aslına bakılırsa kazaydı da bir yandan. Zira dün gece gerçekten ölmek istememiştim. Evet, bana sorarsanız ölümüm bir kazaydı. Oysa emniyet kayıtlarına intihar diye geçmişti. Bir anlık dalgınlık. Bilemiyorum. Belki de bilinçaltımda silahın dolu olmasını istiyordum. Ama ve lakin, neticede buradayım.

Hah işte! Ölümümüm müsebbibi Hayati Bey de gelmiş. Geride, topluluktan ayrı durduğuna göre sanırım hakkını helal etmeyecek. Canı sağ olsun. Aslında fena adam değildir Hayati Bey. İşinde gücünde, mazbut bir aile yaşamı olan iki çocuk babası, muhlis bir adamdır. Tabi adama başka şans bırakmadım. Kendisine yüklü miktar borçlanıp ödeme gününü de epey geçirmiştim. Normalde kimseye ne madden ne de manen borçlanmayı sevmezdim. Birine borçlu kalacağıma ölürdüm daha iyi. 
Ve ölmüştüm işte! Gerçi bu ilk ölümüm değildi. Necla’dan ayrıldığım gün resmi olarak zaten ölmüştüm. Bu sefer imam onaylı olacak ölümüm.
Ama bir saniye, bir saniye!
Avlunun hemen dışındaki Necla’nın arabasından gelen ses! Fakat bu şarkı?
Bu çalan şarkı, Tom Waits değil mi bu?
Ah be Necla’m. Ah be!
.
son çalan şarkı : tom waits - innocent when you dream