otuz nisan - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

otuz nisan

          niye yazıyorum acaba bunları.
             içimiz bir dolap değil ki açıp bakalım.
                açıp gösterelim!
                   yine de anlatıyoruz ama..
                              cahit zarifoğlu - yaşamak

..
bu sabah rodrigo soslu, yeni bir fransızca şarkı buldum. ve şimdi bir sürü anımı çağrıştıran bu ezgi eşliğinde balkonda sırtımı güneşe dayamış hayatımın özetini çıkarıyorum. ama en çok sevdiklerim. kişiler, sokaklar. elbet denize kıyısı olan anılar önceliğim. sokaktan geçen eskicinin gevrek sesi, karşı balkondaki çocukların şen kahkahası, bulutsuz mavi gökyüzü ve serseri martılar renklendiriyor bugünümü. lakin dengesizim. gölgede üşüyor, güneşte yanıyorum. orta yolu arıyorum. vücudumun yarısını güneşe, yarısını gölgeye teslim ediyorum. 
.
bazen ve misal şimdiki gibi; ismi ve cismi bilinmeyen soğuk bir kuzey ilinde öyle umarsızca ve günlerce uyumak istiyorum. her şeyden ve herkesten bağımsız. mekanik hal ve hareketlerden ve dahi ezberlenmiş alışkanlıklardan arınmış vaziyette uyumak diyorum. misal işe gidip eve dönme ritüellerinden, dokuz-altı bulantılarında boğulmaktan, bir şeylere yetişme telaşında ve bu büyükşehir kaosunda harap olmaktan üç ışık yılı uzakta uyumak diyorum canım viktor.
lakin uyumadan önce manzaraya bakarak bir kaç bardak demli çay içmek istiyorum. çay çünkü mühim. çaydan evvel de kulübemin dışına çıkıp sakin ama lapa lapa yağan karda biraz yürümek istiyorum. -söylemiştim; karda yürürken çıkan o katur kutur sesleri çok seviyorum.-  
yürümeye başlamadan önce en sevdiğim müzik listemi açmak isterim elbet. fakat ve en mühimi; müzik başlamadan az önce, kuzeyin tüm serinliğini, kar taneleriyle etrafa savrulan o çığ sessizliğini ve bütün özlemlerimi içime çekmek istiyorum. 
.
bazen de uzun soluklu planlar yapıyorum. dört yıl sekiz ay kadar mesela. basit, sıradan, kendi halinde hesaplar. önce çevremdekileri sonra kendimi bu plana hazırlıyorum. ya da tam tersi. ama ve sonuçta birilerinin ikna olması lazım. bu yüzden her önüme gelene söylüyorum. rivayete göre kırk kişiye söylersem gerçekleşirmiş. lakin ve daha başta annemi inandıramadım. ablam her vakit ki temkinliliğinde “iyice düşündün mü?” dedi. abimse “hayat senin olm, bana bulaşma da ne istersen onu yap.” kestirmesine saptı. kırk yıllık dostlarım acı söyledi. hafız “senin planlarını biliyoruz yavrum. bu gerçekleşmeyen kaçıncı planın olacak?” dedi. fiko; daha insaflıydı! “yol yakınken vazgeç istersen dostum” diye ünledi.
.
sıkıldım. 
balkonu ve güneşi bırakıp dışarı çıktım. gönülsüz girdiğim mağazada satıcının psikolojiye batırılmış ikna çabasına maruz kaldım. hayatın sırrına vakıf olmuş gibi konuşmasına uyuz oldum. ama o işler öyle olmuyor satıcı beyefendi de demedim. diyemedim. dinler gibi yaptım. sattığı malı almadan çıktım dükkandan. berber meto’ya gittim. biraz beşiktaş’a üzüldük. biraz memleketi kurtardık. moralim yerine geldi. sonra kenardan kenardan eve geldim. balkona çıktım. müziği açtım. şemsiyenin altına girdim. şemsiyeden sekip duvara yansıyan güneş ışınlarını izlemeye koyuldum. ayşegül aldinç geldi. 
"ne var ne yok?" dedi. 
"sorma durum leyla" dedim. 
durum leyla.
hafif tebessüm edip sağ elini dostça omzuma koydu. sol elini de alnına siper edip uzaklara baktı. "bu hayatı" dedi. "fazla içine çekmeyeceksin dostum. oluruna bırakmak en iyisi. bak şu salınan beyaz kuşlara. içgüdülerinden başka pusulaları yok. beynindeki gürültüleri değil kalbinin sesini dinlemelisin." 
teşekkür etmek için soluma döndüm. güneş gözümü aldı. yüzüm yandı. rüzgar şemsiyeyi devirmiş, zarifoğlu ise savrulan sayfasında şöyle diyordu:

yazarak; hayattan eksikliklerimizi, ihtiyaçlarımızı mı kapatmaya çalışıyoruz?