Aynalı Kapı - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

Aynalı Kapı


Sol gözüm tembel benim. Çok tembel. Bunu öğrendiğimde ilkokul beşe gidiyordum ve Nilgün’den ayrılalı henüz iki gün olmuştu. Zaten böyle olur hep. İşler bir kere ters gitmeye görsün. Ondan sonra yokuş aşağı freni patlamış kamyon gibi dalarsın hayatın orta yerine.
.
Ana-baba ve üç çocuktan mütevellit orta halli bir aileydik. Mutlu değildik. Ama mutsuz da değildik. Sadece ben ortanca çocuk olmanın sıkıntılarını yaşıyordum. Ablam ilk göz ağrısıydı ailenin. Yedi yaş küçük kardeşim de sevimli afacanıydı. El üstündelerdi. Bense en ortancaydım. Ortada öylece kala kalmıştım. Ortanca olmak ne fena bir şeydir bilir misiniz? Eğer bir ortanca değilseniz bunu asla bilemezsiniz. Bir kere bütün fuzuli işleri siz yaparsınız. Çöp mü dökülecek? Mithat. Bakkala mı gidilecek? Mithat. Misafirliğime mi gidilecek?  ‘Mithat git bak bakayım Tarık amcanlar evde miymiş.’
Acayip bunalıyordum. Her şeyden şikayet ediyor, evde olur olmaz sebeplerden maraza çıkarıyordum. Fakat tüm bu ortancalığıma rağmen güzel şeyler de yok değildi hayatımda. Nilgün vardı mesela. Sarışındı. Çalışkandı. Deniz mavisi gözleri vardı. Rengârenk boya kalemleri, damperli kamyon dolusu çizgi romanı vardı bir de. Bu ortancalık hallerinden bunaldığım vakitlerde bir tek o anlıyordu beni. Meğer öyle sanıp kendimi kandırıyormuşum. Aile içi angaryalardan, asgari harçlıkla çalışan öğrenci muamelesinden bunaldığım bir gün, okul çıkışında kenara çektim bizimkini.
"Kaçalım buralardan, uzaklara gidelim Nilgün" dedim. 
“Saçmalama Mithat. Biz daha çocuğuz ve ilkokul beşe gidiyoruz" diye dikleşti genç sevgilim. Konjonktürü ve rüzgarı arkasına almış her kadın gibi soluksuz devam etti ondan sonra.
“Hem okulumuz ne olacak? Ya arkadaşlarımız. Annem, babam. Kardeşim Zehra. Kedimiz Sarman. Peluş bebeğim Sinem sonra. Özlerim ben onları. Üzgünüm ama gelemem Mithat.”
Peluş bebeğiymiş. Peluş! Allahım niçin ben? Yok hayır aynen şöyle dedim.
 “Ya Peluş Sinem ya da ben?” 
Blöfümü gördü. Ama beni görmek istemediğini söyledi. Dünyam başıma yıkılmıştı. Ne yapacağımı nasıl davranacağımı bilmiyordum. En iyi bildiğim şeyi yaptım. Kendimi futbola ve sokağa verdim. Ertesi gün sokakta top oynarken daha ne olduğunu anlamadan annem kolumdan tuttuğu gibi hastaneye götürdü beni. SSK Okmeydanı Hastanesi göz polikliniğinde muayene sırası beklerken buldum kendimi.
.
Sıra bize geldiğinde içerideki koltukta orta yaşlı, omuzlarının hemen üstünde sarı küt saçları, mavi gözlerinde metal çerçeveli gözlüğü ile biraz sinirli bakan beyaz önlüklü bir kadın oturuyordu. Yüzündeki ifadeye ihanet etmeden ve uzaktan sertçe sordu anneme.
“Neyin var?”
“Benim değil doktor hanım, çocuğun..”
Annem sözünü tamamlayamadı.
“Tamam işte hanım neyiniz var?”
“Çocuk, uzun süredir gözlerini çok kırpıştırıyor hocam. Önemli bir şeydir belki diye alıp getirdim.”
“İyi, bir muayene edelim bakalım. Gel çocuğum otur şuraya. Kaça gidiyorsun bakayım.
“Beşe”
“Şimdi bu ışıklı levhada söylediğim harfleri tek tek okuyacaksın bana”
“Tamam”
“Oku bakayım”
N,C,K,Z,O  R,H,S,D,K  D,O,V,H,R,   H,Z,G,V,C
“Güzel. Şimdi de sağ gözünü kapatıp sol gözünle okuyalım bakalım.”
“S yok B, …V … D” …. Okuyamıyorum. 
“Anlaşıldı. Kalk çocuğum” dedi bizim doktor kaşları çatılmış, gülmeyen bir surat ifadesi ile. Okuyamamıştım harfleri. Bunun için bana çok kızdığını sanıyordum. Ama herkesin sol gözü az görmüyor muydu zaten? 
Yüksek giriş konumundaki evimizin beyaza boyalı, kare şeklindeki otuz kadar küçük, çerçeveli aynalardan yapılmış apartman kapısında oynarken fark etmiştim zaten bunu. Bir sağ gözümü, bir sol gözümü kapatıp lunaparktaki aynalarda olduğu gibi eğleniyordum. Her seferinde sağ gözümü kapattığımda sol gözümün daha az gördüğünü fark edince herkesin sol gözünün böyle olduğunu düşünüyordum. 
“Sol gözü tembel bu çocuğun. Çok tembel.”
Doktorun gür ve hiddetli sesiyle silkinerek kendime geldim.
“Geç kalmışsınız hanım, çok geç. Nerdeydiniz bu vakte kadar. Hiç mi kontrol ettirmediniz bu çocuğu. Nasıl ana babasınız…”
Sirke satan sarı bir surat, devamlı hareket halinde bir sağ el ve padişah tahtına benzer uzun sırtlıklı siyah koltuğuna yaslanıp tepeden kurulan can sıkıcı cümleler. Bir oturduğu sandalyede boynunu bükmüş, gittikçe küçülen anneme bir de havada uçuşan sinirli kelimelerin sahibine bakıp neden kızdığını anlamaya çalışıyordum.
Anlayamıyordum. Gözleri görmeyen bendim ama azarı işiten annemdi. Bir terslik vardı ama neydi?  Annem, çok geç kalınan "tedavisi olmayan hastalığıma mı" yoksa doktorun bu sert tavrına mı üzülsündü. Kararsızdı. Ama gözleri sonuna kadar doluydu. Hani faydası olacağını bilse o an değil tek gözünü iki gözünü birden çıkarıp doktorun masasına bırakırdı. Ama işte güç makam sahibindeydi ve alınyazısı bazen çok ağırdı.
SSK hastanesinde ilan edilme şeklini saymazsak bu tembelliği çok sevdim aslında. Nasıl sevmem, babamla birlikte geçirdiğim en sahici, en unutulmaz, en güzel anılarım hep bu tembellik sayesinde yaşandı. O zamanlar şimdiki gibi özel hastane furyası yoktu. Varsa da ekonomik durum itibariyle biz bilmiyorduk. Vakıf Gureba senin, Cerrahpaşa benim dolaşıyorduk. Bazen de Göztepe SSK gibi Savaş Ay ve Uğur Dündar’ın haber programı yaptığı hastanelerde sabahın beşinde sıraya giriyorduk. Fırından çıkan ilk ekmeğin arasına konan en eski kaşar ve bir bardak çayla kahvaltıların en güzelini yapıyor, ardı ardına trene, vapura biniyordum. Yeni camide kuşlara yem bile atıyordum. Tembelliğimi giderek daha çok sevmeye başlamıştım. Sayesinde küçük İstanbul turları yapıyordum. Misal Galata Kulesi'ne ilk ve son kez yine babamla bir göz doktoru dönüşünde gitmiştik.
..
Neden sonra babam, ayda bir kez beyaz saçlı, siyah kalın çerçeveli gözlüğü olan yaşlı bir doktorun özel muayenehanesine götürmeye başladı beni. Muayenehane Karaköy’deydi. Eski, yüksek binaların aralarından dolaşıp iskeleye varıyorduk. Akşam saatlerinde ve genellikle cuma günleri vapurla Haydarpaşa’ya geçiyorduk. Gözüme damlatılan ve uzunca bir süre etrafımda olan biteni bulanık görmemi sağlayan damla dışında her şey çok güzeldi yine. İki kıta arasında salınıp gidiyorduk. Ben halimden memnundum. Yanımdayken gülümsediğine göre babam da mutluydu sanırım.
Ne var ki, damlatılan her damladan sonra Vialux marka saatimin mavi ekranındaki rakamları okuyamadığımda bir bit yeniği olduğunu anlamıştım. Bir akşam dönüşte bunu babama da söyledim.
"Bu doktor bizi kandırıyor olmasın baba?”
"Neden" dedi gülerek.
"Damladan beş dakika sonra hiç bir şeyi okuyamıyorum. Harfler rakamlar hep birbirine karışıyor. Sonra da bana uzaktaki harfleri okutmaya çalışıyor. O damla olmasa bal gibi okurum onları" dedim.  
Tüm yüzüyle gülümsedi babam yine. Hiç bir şey söylemedi. Ya da söyledi. Ben unuttum. Çünkü o an ayaklarım yerden kesilmişti. Üç numaraya vurulmuş başımı okşadı. Şakağımdan öptü beni. Kanatlanıp uçacağım sandım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi oldu. Haydarpaşa’nın daha önce yanmayan ışıkları yandı o an. Dünya ışıl ışıldı.
Sonra, epey bir zaman sonra doktora gitmemeye başladık. Neden başladığımızı bilmediğim gibi neden bitirdiğimizi de bilmiyordum. Ama harika günlerdi.
..
Göz tembelliğimin ağrısının kalbime vurduğu ve acısını ilk kez hissettiğimde ise orta bire gidiyordum. Fen Bilgisi hocamız bir soru sormuştu. Parmak kaldıran üç beş öğrenciden biriydim. Hoca beni işaret ederek; "Evet, bay gözlük söyle bakalım" dedi pis bir sırıtışın üzerine inşa ettiği gevrek bir eda ile. Peşinden gülüşmeler oldu sınıfta. O gün bana kimlerin güldüğünü, isimlerini, yüzlerini unuttum. Hatta soruyu ve cevabını da unuttum. Ama otuz altı kişilik sınıfın içinde çocuk gururumu kıran o hocanın yüzünü, adını ve o günkü kibirli oturuşunu hiç unutmadım. Düşündüm.
Bir sene önce annemi azarlayan doktor da aynı Fen Bilgisi hocam gibi üstü koyu kahverengi formika tabla, altı gri metal parçalardan oluşan masanın arkasındaki siyah yüksek koltukta oturuyordu. Demek bu koltuklarda oturanlar böyle şeyler yapabilirlerdi. İstediği kişiye istediklerini söyleyebilirledi. Duruma göre bazen kızabilir bazen de gülebilirlerdi. 
Lise üçe geldiğimde hayatımda Yasemin vardı. Staj vardı. Fakat gözlük yoktu. Okulda gözlük takmıyordum artık. Özel doktorun bir ara " Bu saatten sonra ne geriler ne ilerler. Gözlüğü takmasa da olur " babında söylediklerini hem babama hem de anneme karşı kalkan olarak kullandım. Aslında Yasemin'e kendimi beğendirmenin altyapı çalışmalarıydı bunlar. Yasemin bizim sınıftaydı. Sirkeci’deki Büyük Postane'de staj yapıyordu. Ben de babamın bir tanıdığı sayesinde Mısır Çarşısı’nın arka taraflarındaki bir muhasebe bürosundaydım. Bazen gerçekten iş için bazen de kendime iş icat edip sırf O’nu görmek için büyük postaneye koştururdum. Fakat kocaman bir yıl geçmiş olmasına rağmen Yasemin'e açılamamıştım.
.
İlkbaharın veda turlarına çıkıp yaza selam durduğu bir mayıs akşamı, yeniden yapılandırılmış olan eski vergi, SGK borç ödemelerinin son günüydü. Bizim son dakikacı müşterilerimiz saat dörtten sonra lütfen getirdiler paralarını. Çarp-topla-böl-çıkar posta çekini yaz derken bankalar kapandı. Tek çare gece on ikiye kadar açık olan Sirkeci’deki postaneydi. Diğer stajer Kemal’le nefes nefese Sirkeci’ye vardık. Büyük postane adı gibi gerçekten devasa bir yerdi. Yüksek tavanları, Taksim Meydanı kadar geniş bir salonu vardı. Ödeme kuyruğu dışarıdaki büyük mermer merdivenlere, oradan da yola taşmış vaziyetteydi. Patronun talimatı kısa ve netti. “Ne olursa olsun bu ödemeler bugün yapılacaktı.” Ortamda adı konulmamış bir gerginlik vardı. Sıradakiler, içeridekiler, çalışanlar, çalışmayanlar. Herkes gergindi. Büyük postanenin çatısındaki kuşlar bile o akşam farklı ötüyorlardı. Ben zaten ayrı gerilmiştim. O gün Yasemin'i görememiştim. Üstelik bir saat sonra Beşiktaş'ın kupa finali vardı. Fakat ne pahasına olursa olsun bu vergiler ödenecekti. Güç bela ilerleyen sırada saat dokuz gibi bankoya yanaştık. O arada görevli memur gözümüzün önünde bir tanıdığının işlemini sıra harici aldı. Genciz, kanımız kanıyor. Bir de sabırsızız. Durmadık, atıldık ileriye "Hop ne oluyor" dedik. Kemal bir yandan, ben bir yandan. İtirazımızla birlikte iltimasçı memur bu anı bekliyormuşçasına aniden koyu kahverengi bankoya çıktı. Hem de ayakkabılarıyla. İnsan bari ayakkabılarını çıkarır. Devlet malı kutsaldı sonuçta. Bunu bile söylememize fırsat vermedi. “Ne diyonuz lan siz” diye höykürdü yukarıdan yukarıdan. Bunu gören diğer memurlar da O’na arka çıktılar. Kemal’le göz göze geldik. Baktık durum ciddi. İyi niyetle yaklaşalım istedik. Bardağın dolu tarafını aradık. Bulamadık. Arkadaşlarından destek alan memurun nemrut suratından öfke, ağzından hakaretler yağıyordu. Hemen arkamızda, siyah tişörtünün içinden pazuları dışarı fırlamış, SAT komandosu tatbikatından yeni gelmiş gibi duran esmer ve kaslı abi yetişti imdadımıza.
“Çocuklar haklı. Biz üç saattir boşuna mı sıra bekliyoruz burada? Çıkartma şimdi beni oraya!” dedi yüksek yerde tanıdığı olanlarınkine benzeyen kendinden emin, tok ve caydırıcı bir ses tonuyla.
Bankonun üstündeki memur şöyle bir baktı bizim kaslı ve kararlı abiye. Ölçtü, biçti. Bir şey demedi. Sessizce ama yüzünü ekşiterek indi bankodan aşağı. Bu beklenmedik SAT müdahalesi ile derimsi siyah koltuğuna gerisin geri oturmak zorunda kaldı. Fakat elleri hiç pes edeceğe benzemiyordu. İşaret parmağıyla “Ben size gösteririm” diyordu aşağıdan aşağıdan.
Vücut dili, devlet makamı hesap sorar, ders verir ama ders almaz diyordu. Oysa bize böyle öğretmemişlerdi vatandaşlık dersinde. Halkını şefkatle saran, onlar arasında ayrım yapmayan Devlet Ana değil miydi ya da onları sahiplenen, her daim koruyan ve kollayan Devlet Baba değil miydi? Ama hep o kahverengi masalar ve siyah koltuklar yüzündendi.
Ilık bir mayıs akşamı, liseden işte bu ders ve düşüncelerle mezun olmuştum. Ve Yasemin’e hala açılamamıştım.
.
Ertesi yıl Yasemin Ankara Siyasal'ı kazandı. Ben İstanbul İktisat'ı. Galiba kader de istemiyordu bir araya gelmemizi. O yaz gözlüğü yeniden takmaya karar verdim.
.
Jeff Buckley - Hallelujah