güneşli cumartesiler - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

güneşli cumartesiler

çok değil; daha bir iki sene evvel ezbere adımlarla ve zafer kazanmış komutan sarhoşluğunda dolaştığım sokaklarda değişik duygularla yürüyorum şimdi. geçen güzel günlerin özlemiyle, bu sokaklara ve hatta şehire eskisi gibi yakın olamamanın vermiş olduğu hüzün iç içe geçmiş halde adımlıyorum.
yaşlılığın ayak izleri mi yoksa ‘artık yapacak hiç bir şey kalmadı’nın mı çaresizliği?
bilemiyorum viktor. bilemiyorum.
bildiğim; serin ve dar sokaklardan güneşli alanlara adeta koşarak gidiyorum artık. rakı balıkçılardan yükselen acılı arabeks, on adım sonra yerini eskimiş bir sahaftan çıkan moğollar müziğine bırakıyor. değişmeyen tek özelliğim; güneşe olan sevdam.
bu yüzden güneş alan salaş ve kimsesiz, daha önce hiç gitmediğim, görmediğim bir cafenin derdiyle yanıyorum şimdi. zihnimde ve sırtımda taşıdığım yükleri bir süreliğine unutuyorum. lakin ayaklarım sakız gülü sokağı’nı unutmamış. buraya hangi ara geldiğimi hatırlamıyorum. en son bir esnaf, başka bir esnafa öğle menüsünü söylemişti. “cemil ağbi; tavuk sote, pirinç pilavı, cacık ve kemalpaşa. tamam mı?”demişti. cemil ağbi ne dedi duymadım. ama tamam demiş olmalı ki beriki hızlıca yandaki dükkana girmişti. sonra işte aniden ve cansever’den bir kaç dize düştü hatırıma.

sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı.
ve göklerden tepelere inen bir sokak.
ya da bir akarsuyum ben
denizse şuralarda*”

denize yürüyordum en son. gözümü açtığımda ise sakız gülü’ndeydim. sonra sokağın güneşli yanından yürüdüm biraz. güneş alan bir çay ocağı aradım. bulamadım. sonra bir galerinin camında poz verir gibi duran, sarılı, siyahlı,beyazlı çok güzel bir kedi gördüm. resmini çekmek istedim. kedi üzerime geldi. çekemedim. belki de hiç çıkmamalıyım diye geçirdim içimden. oturup güneşli pazartesiler'i seyretmeliydim. o bitince de üstüne bir juliette binoche filmi izlerdim. fakat vesvesemi daha fazla uzatmadım. belki eve gidince yaparım bunları diyerek iç sesimi kapatıp yola devam ettim.
bahariye’nin yine güneş alan yanından yürüyerek piraye cafe’ye kadar geldim. garsonları ne kadar tembel ve ilgisiz olsa da çayı ve güneşi tüm olumsuzlukları fazlasıyla örtüyordu. yine öyle oldu. kahvaltısı sınırlı, güneşi sınırsızdı. etraf da oldukça sakindi. telefonumdaki en sevdiğim müzik listesini açıp yazmaya başladım.
.
.
*manastırlı hilmi beye birinci mektup - edip cansever
.
.
tom waits - hows it gonna end