insanias multas in libro - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

insanias multas in libro

pessoa’nın huzursuz kitabını* tembelliğimden okumadığımı düşünürdüm hep. oysa bu pazar yeniden okumaya başladığımda anladım ki; o ruh haline, o karmaşaya girmekten korktuğum için okumamışım bunca zamandır. sonra kitabı ilk aldığımı söylediğimde -ki bundan yaklaşık dört yıl önce- sevgili doktorun sözleri geldi hatırıma.

 “dikkat et mithad efendi. çok fazla kaptırma kendini. çok fazla okuma. azar azar oku” demişti soğuk bir kasım akşamı. 

belki de bilinçatımda bu sözler yer etmişti. bilemiyorum. lakin bu okumadan çıkardığım başka bir anlam daha oldu. ben istesem de istemesemde bizatihi o ortamda yaşıyorum zaten. sabah dokuz. akşam altı. tıpkı soares gibi. muhasebecilik, sonsuza dek benim kaderim. iki kanatlı, kocaman iki camın arkasından küçük dünyamı izliyorum çoğunlukla. hayaller ve çeşitli düşünceler içinde akşamı zor ediyorum. işle ilgili basit hesaplar yapıyorum bazen. dönem dönem işler yoğunlaşınca pencereyi ve dünyayı unutuyorum. ama çok az oluyor bu. gün boyu, üç yol ağızlı sokağı inceliyorum daha çok. ismini ve türünü bilmediğim ağacın yapraklarının renk değiştirmesini. tek tük geçen insanları ve arabaları. sonra sokağın arsız, serseri, birazcık güneş görünce asfalta yayılıp yatan tembel köpeklerini izliyorum. ama en çok akşamüstü yer değiştiren kuşlar ilgimin odağı oluyorlar. burada delirmememi sağlıyorlar. özgürlükleri çünkü bana umut oluyorlar her seferinde. 
her akşam, hep aynı saatlerde geliyorlar. kafileler halinde, telaşla kanat çırpmalarını, birbirlerine çarpmadan, bazen simetrik uçuşlarını kıvançla izliyorum. aynı zamanda bir çocuğun heyecanı ile her seferinde sanki onları ilk kez görüyormuşum gibi, anlatılması olanaksız bir sevinç içinde kalıyorum. 
bazen onları niye bu kadar çok sevdiğimi düşünüyorum. net bir cevap bulamıyorum. belki diyorum hayal kurmama yardımcı oldukları içindir. çünkü ne vakit başımı göğe kaldırsam ve bir kuş görsem. hep bir hayal düşüyor aklıma. kendimi bildim bileli hiç dinmeyen uzaklara gitme isteğ meselai. bazen kapkara, yılan gibi upuzun bir trenle gidiyorum. dağları, ovaları, gölleri ve nehirleri aşarak karların ve yağmurların içinden geçip güneşe uzanır gibi. belki biraz yorgun ama huzurlu, hiç dinmeyen bir seyahat yapıyorum. bazen bir geminin burnunda, rüzgara ve hırçın dalgalara meydan okuyarak dünyanın bütün önemli boğazlarını geçiyorum. bazen de bir kuşun kanadında, tüm kafile ile birlikte bulutların ve mevsimlerin içinden geçip kışları afrikaya, ilkbaharda kuzeye uçuyorum.

ama ve lakin kısa sürede sert düşüşler yaşıyorum. iki pencerelik dünyama dönüş yapıyorum. yıllardır olagelen şeyleri şimdi olmuş gibi yeni farkediyorum. 
misal sabahları hep zamanında, tam dokuzda işimin başında oldum. ne beş dakika erken, ne de geç. hep onikiotuzda yemeğe indim. ve hep onsekizde bıraktım işi. dört buçuk yıldır hiç değişmedi bu durum. fakat sanki yeni bir şeymiş gibi bugün farkına vardım bunun! 
oysa hayatımda farkında olarak veya olmayarak adeta beynimi ve yüreğimi uyuşturup kendime empoze ettiğim öyle çok alışkanlığım var ki. ama ve lakin hiç biri gerçekten yapmak istediklerim değil. hiç biri.
.
üç aydır, öğlenleri buradaki tek kafeteryaya kahve içmeye geliyorum. sigara içmediğim halde soğuk sıcak demeden hep dışarıda oturuyorum. aslında olmazsa olmazlarımdan değil kahve. o da kendime meylettiğim basit alışkanlıklardan biri işte. bir de ofiste çayı çok içtiğimden değişiklik olsun istiyorum galiba.
ne var ki insanın değiştirebileceği şeylerin kısıtlı olması, bazı şeylerin elinde olmaması ne acı. bazı şeylerin, bir çay kahve ikame kolaylığında olmaması mesela canımı sıkıyor uzun süredir.

işte bu acziyete yazarak merhem sürmeye çalışıyorum ben de. lakin böyle derde neyler hekim misali bu esen, hem oldukça soğuk esen tepede  buz gibi bir masada, bir açıp bir kapayan güneşin sıcaklığı kadar tesiri oluyor ancak bu yazmaların.
vazgeçer gibi oluyorum her yılgınlıkta. ama bu da başka bir alışkanlık olduğundan olsa gerek bırakamıyorum.

soares ya da pessoa, “yaşam öykülerini yazabilenlere gıpta ediyorum” diyordu. ve ekliyordu; “ben olaysız yaşam öykümü, hayatsız hikayemi anlatıyorum”

oysa ben iyi bir anlatıcı olamadığım, anlatamadığım için yazıyordum daha çok. sanırım bir de unutulmamak için yazıyorum. belki bir iz bırakmak için. bu dünyadan bir mithad selim geçti desinler diye belki de. ama iyi ki yazıyorum. acılarımı çünkü bir tek yazarken sevebiliyorum. hayallerimi keza öyle. yazarken yaşıyorum. ve sadece yazarken anlıyorum kendimi. belki de bu yüzden anlaşılmak gibi bir kaygım yok yazmaya başladığımdan beri. çünkü ben aslında ve sadece yazarken yaşıyorum.
.
bir de kuşları çok kıskanıyorum..
.
.
*huzursuzluğun kitabı - fernando pessoa
.