beş vakit - 16 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 16

sabah:
caddenin girişindeki ilk dükkana girip “gözlük askısı var mı” diye sordum.
tezgahtar kız anlamadı. soran gözlerle başını kaldırdı. açıklama yapma ihtiyacı hissettim. “hani dedim gözlük düşmesin diye boynumuza asıyoruz ya.”  tezgahtar kız, bu kez dudağını büzüştürdü. gözleriyle, sessizce sordu. yine anlamadım?
hemen akabinde de arkasındaki müdürü ya da patronu olduğunu düşündüğüm sakallı adama döndü. sakallı işinin ehliydi. tezgahtar kızı rencide etmeden, müşterisini taltif ederek ve sol avucunun içiyle yerlerini de göstererek; “beyfendi, gözlük ipi istiyor şule hanım” dedi. yılanı deliğinden çıkaracak bir ses tonu ile.şule hanım, sakallı’nın gösterdiği yerden kahverengi ile bordo karışımı gözlüğüm için siyah bir ip getirdi. gözlüğe taktı. ezberlenmiş meslek ritüeliyle, “nasıl” diye sordu.
 “
fena değil” dedim.
ücretini ödedikten sonra aklıma geldi.
 “peki bu ipin kahverengisi yok mu?” diye sordum. 
şule hanım, solundaki ayakkabı bağcıklarına benzer gözlük iplerine umutsuzca bakıp bir iki karıştırdı. “maalesef yok” dedi. sakallı abi arkada birleşmiş milletler gücü gibi teyakkuzdaydı yine. 
incelerinden istediğiniz renk var ama bu gözlükte hoş olmaz. rahatsız eder sizi” dedi. ikna olmadığım halde ikna olmuş gibi göründüm. teşekkür edip ayrıldım dükkandan.
.
öğle:
aynı cadde üzerine sıralanmış üç berberden yeni açılana sırf boş olduğu için girdim. berberde sıra beklemeyi sevmem. lüzumundan fazla ilgiyi ve boş konuşmaları da sevmiyorum. her şey olağan seyrinde olmalıydı. ne eksik, ne fazla. sırf bu sebepten mahalleye taşındığımdan beri değiştirdiğim dördüncü berber.
ilki, çok ve boş konuşuyordu. allah için içlerinde en ustası, eli en pratik olanı oydu.

ikincisinin hem eli çok ağırdı, hem de muhabbeti. fenerbahçe aşağı, aykut kocaman yukarı. resmen şiştim. yazlık traş için girmiştim. traş bittiğinde mevsim güzü bırakıp kışa girmeye hazırlanıyordu. öyle bir ağırlık. bir de patronu gereksiz bir adamdı. doğrusu, en çok o’na kızdım. iş arayan suriye’li bir berbere “sen berber misin” diye sorması vardı ki o’nun kibrinden, kendi insanlığımdan utandım. gitmedim bir daha.

üçüncüsü pek konuşkan değildi. ama o'nun da eli çok ağırdı. 40 dakika benden önceki müşteriyi, 30 dakika kendi traşımı bekledim. oysa yetmiş dakika şu kısacık ömürde çok ama çok önemli. dolayısı ile üçüncüyü de eledim.

şimdi işte; dördüncü ve yepyeni bir berber. fakat o da girişte, gereksiz iltifatlarla, ağdalı sözlerle daha makas vurmadan eledi kendini..
ikindi :
traşı olup bir kaç öte beri aldıktan sonra eve dönerken güneş kanıma girer gibi oldu. kadıköy’e inip alnını güneşe dayayan bir cafede çay, kahve eşliğinde öylece oturmak. belki bir iki satır bir şeyler karalamak. bunu yapmayı çok istedim. lakin önce tembelliğim sonra yorgunluğum galip geldi. ‘köşeyi dönsem ölüm, düz gitsem hayat ikilemindeydim’ üçüncü seçeneği denedim. merdivenleri çıkıp eve girdim.
.
akşam :
televizyon açık, kendi kendine bir şeyler çalıyordu. kafka’nın felice’ye yazdıklarını okuyordum. sonra sezen’in vazgeçtim şarkısının o insan ruhunu, delik deşik eden ezgisi girdi odamdan içeriye. inceden, aniden ama çok derinden. kağıt kesiği gibi. bir dalgıç nasıl vurgun yiyorsa öyle. her şeyi bir kenara itip dün geceye götürdü beni. oradan uzaklara. çok uzaklara..
.
yatsı:
belki diyorum seni hiç görmedim. tanımadım. belki ömrümce de görmeyeceğim. ama dün gece. dokunuşundaki sıcaklığı, gözlerindeki sevgiyi, dudağındaki şehveti, ellerindeki şefkati, boynundaki huzuru tanıdım. ben diyorum; belki seni hiç bilmedim. sesinin rengini hiç tanımadım. oysa çok az kalmıştı. sabaha karşı beş gibi. lanet balkonun kapısı rüzgardan açılmasaydı. uyandırmasaydı beni.