ahh ediyor bir gül için. şu bülbül bana benziyor* - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ahh ediyor bir gül için. şu bülbül bana benziyor*

hayat hikayelerini hep sevdim. bayılarak okudum her defasında. ama iş kendi hikayemi yazmaya gelince duraksadım hep. elim kaleme gitmedi. yeditepe istanbul'da yusuf'un önem'e söylediği gibi kendi hikayemi beğenmediğimden değil de nasıl yazacağımı bilemediğimden bekledim. ama bu sabah ne oldu bilmem. içim dolu bir şekilde hem de çok erken kalktım. aslında üç haftasonudur böyle. oysa hafta içi sürünerek, zor kalkıyorum yedide. günlerce, gecelerce uyumak için hafta sonunu iple çekiyorum. sonra hoca sabah ezanını okumadan gözlerim beyaz tavanda. bu sabah da öyle oldu. gözlerimi açtığımda saat 05:03'tü. güneşin doğuşunu izlemek isterdim. ama yaşadığım yerde bu mümkün değil. etrafım beton binalarla çevrili. kuş sesleri de olmasa yaşadığımın farkına varmayacağım. bilemiyorum. belki gelecekte bu mümkün olabilir. sadece güneşin, kuşların, balıkların, ağaçların ve rüzgarın hayat bulduğu bir yaşam alanı diyorum. en büyük hayalim. kim bilir? ben bilmiyorum.
hayallerimiz ama iyi ki var. kitaplar. ve mektuplar sonra..
.
uyku tutmayınca biraz kuşları, biraz şehrin pazar sessizliğini ama en çok kendimi dinledim. kendimi, kendime şikayet ettim. sonra uyumuşum. kadrolu kargamız rafi'nin iğrenç sesine uyandım tekrar.
balkona çıktım. yaz görünümlü bir nisan havası. bir kaç kedi, üç beş kuş dışında yaprak kımıldamıyor. bir de oy kullanmaya giden yaşlı insanlar. gençler çünkü uyuyor hala. içeri girdim. çay suyu koydum. televizyonun radyosunu açtım. slowtime. anlamadığım yabancı sözler, hafif müzikler. kafam karışmıyor böylece. hatta dinlendiğim bile söylenebilir. 
milena'ya mektupları aldım elime. ilk mektuptan yeniden okumaya başladım.
ikinci mektup bitti. sabahki yazma şevki yeniden doldu içime. kitabı kapadım.
bir şeyler. çok şeyler yazmak istedim. 

ama güneşi de görmek istedim. çaydan vazgeçtim. aceleyle dışarı attım kendimi. asansördeyken evin kapısını çekip çekmediğim aklıma takıldı. normalde stop düğmesine basar geri dönerdim. dönmedim. girişte yönetici cezmi beyle karşılaştım. oy kullanmadan dönüyormuş. "hayırlı olsun" dedim. 
"siz de mi gidiyorsunuz" diye sordu. akşam gideceğim dedim. 
cadde boyunca yürüyerek güneşi güzel olan bir kafeye geldim. ilk kez kahveyi sütsüz söyledim. güneşi kucaklayan bir masaya kuruldum. canım tütün çekti. 6 ay önceki paket çantamdaydı. içmedim. anneme söz vermiştim çünkü. içimde çalan müziği susturup telefondaki şarkıları sıra ve şarkıcı gözetmeksizin karışık dinlemeye başladım.
.
hayat hikayesi demiştim. insanın kendini anlatması zor. girişi belli olmayan devasa bir bina gibidir insan hayatı. karışık. anlamak, anlatmak için önce girişi bulmak lazım...

komşu ailelerin, yaramaz çocuklarına örnek gösterdiği uslu, içe kapanık bir çocuktum ben. askere gidene kadar da böyle oldu hep. on yıldır durmaksızın ve bu kadar çok yazıyor olmamın sebebinin bu kapanıklık olduğunu düşünüyorum bazen. yıllardır söyleyemediklerimi, içimde tuttuklarımı asfaltın orta yerinde patlamış su borusundan fışkıran sular gibi ortaya saçmamın başka izahı olamaz.

hikayemi anlatacaksam eğer özlem'den başlamalıyım. benim ve hatta sınıfın geri kalan 22 erkeğinin hikayesi özlem'le başladı çünkü ilkokulda. doğrusu benimkine özlem'in yanında bonus olarak hafız ve fiko'da eklendi. üst katımızda oturuyorlardı. aynı fenni sünnetçide sünnet olup aynı ilk ve orta okula yazıldık. aynı derede yüzdük. aynı erikleri çaldık.(allahım sen affet)

özlem diyordum evet. sınıfta üç sıra gerimde ve çaprazda oturunca arkaya dönmek için sebep bulmak zor oluyordu her seferinde. rüyalarımda görmek istiyor, her gece yatmadan onu düşünüyordum. ama göremiyordum. oysa hafız benim gibi yaptığını ve gün aşırı gördüğünü söylüyordu. fiko'ya sordum. "ben de göremiyorum" dedi. bir gün hafızı sıkıştırdık. yemin billah etti.  "haftada 3 kez görüyorum olm" dedi. inanmadık. abisi fikoyla birlik olup dövdük herzeyi. biz göremiyorsak o da görememeliydi çünkü. neden sonra orta ikide itiraf etti. bir kez hayal meyal görmüş bir daha da görememiş.
özlem, başta bizim üçlü tayfa olmak üzere neredeyse tüm sınıfın aşık olduğu, anne-babasından çok 1 c'nin hatta okulun göz bebeğiydi. bu arada tüm sınıf aşık derken erkekleri kastediyorum elbet. hem aşk değil de başka bir şeydi bu. şimdi üç yaşındaki veletlerin bildiği fırlamalıkları, her boku da bilmezdik ayrıca. bir hoşlaşma, bir iç gıcırdaması diyelim.
işte özlem bu sınıfın pırlantası idi. biz de ağır işçileri ümit yaşar oğuzcan misali. her gün, 24 saat onu düşünürdük. ama camp nou'da barcelona karşısına çıkmış ümitsiz alt sıra takımı gibi olduğumuzdan üçümüzün de aynı kızı sevmesini pek dert etmezdik. hem sınıf farkı vardı bi'kere aramızda! özel okul furyası olmadığı için daha o vakitler, zengin ve yoksul aynı okullardaydık. aynı siyah önlük, aynı beyaz yakayı giysek de en güzel olmasının yanı sıra sınıfın en bakımlısı, en güzel defter, kalem ve silgilerinin sahibiydi özlem. ha allah'ı var şimdi kalemtraşı da çok güzeldi. yalan yok. neticede özlem bir bey kızı, biz barış ağbi'nin osman'ı. özlem ay parçası, bizler birer deli oğlan. doğrusu; özlem de güzel kızdı hani. şimdi ne yapar ne eder bilmem. ben unutmadım. o bizi unuttu mu bilmem. ama bilmese de bizim hikayemizin bir parçası olmayı başardı.
neticede özlem'lerim olmasa belki hiç yazmazdım. belki çok az yazardım. iyi ki özlem'lerim var diyorum o yüzden. iyi ki...
.
ilk yıllarda olduğu gibi sonraki yıllarda da çok dikkat çekmeyen, her gün okula gidip gelen, derslerine zamanında çalışan teşekküre yakın takdirden uzak sıradan bir öğrenciydim. ama yıllar sonra mesela facebookta fotoğrafımı gören lise arkadaşım türkiye'yi avrupa birliğine almışlar gibi çok şaşırdı. hal ve hareketlerim gibi tipim de değişmişti çünkü. sen misin olm bu? dedi. evet dedim. inanmadı. görüntülü aramak istedi. siktirgit dedim. ikna oldu. bir hafta sonra lise organizasyonu düzenlediler. beni de çağırdılar. gitmedim. eski ben olsaydım giderdim. ama ben eski ben değildim. ukalalıklarına ve kibirlerine dayanamaz ağzıma geleni söyler beşinci dakikada çıkar giderdim. hem beş dakika için değmezdi.

aslına bakılırsa sıradan hayatım çok fazla değişmiş değil. eskiden okula gidiyordum. şimdi sabah işe gidiyorum, akşam eve dönüyorum. her pazar sabahı önce market alışverişine sonra da kadıköy'e, sözde kahve içmeye gidiyorum. aynı tarz filmleri izleyip aynı tür kitapları okuyorum. yenisini bulana kadar hep aynı fransızca şarkıları dinliyorum. işe gidip gelirken, markette alışveriş yaparken hep aynı yüzleri görüyorum. garip bir şekilde iş arkadaşlarım değişiyor ama yol arkadaşlarım değişmiyor. her şeye alıştığı gibi buna da alışıyor insan. her şeye alışıyor.

alışmak demişken babam ölüm yatağında yatarken o öldüğü zaman ben de öleceğim sandım. dayanamazdım. çünkü daha önce hiç babam ölmemişti. hem çünkü insan her şeye alışırdı, dayanırdı. ama babasını ....
yedi ay, yirmi üç gün boyunca her geçen gün bir öncekinden daha çok eridi. sonra işte yağmurlu bir yaz günü dünyanın bütün ışıklarını kapattılar. her yer karardı. babam öldü. ben ölmedim. alıştım! ama çok özledim. özlediğim her gün yazdım. yazmadığım her gün özledim. bu yazdıklarımı okusa ne derdi bilmem. gidince soracağım!

babamdan sonra çok şey değişti hayatımda. en çok da işlerim. bir ara her mevsim iş değiştirir olmuştum. kafamı bozdular mı sorumluluklarıma, eldeki avucumdakine bakmadan istifa ediyordum. ilginçtir ülke ve insanlar kriz kriz diye ünlerken ben ertesinde iş buluyordum. bir iki üç derken bu güven de oturunca çoğu zaman incelmeden kopardım iş yerlerimle bağımı. ceketimi alıp çıktım. hiç istifa etmemiş olanlara tavsiye bile edebilirim. çünkü ve zira o beş parasız ama 'dünyanın sahibi benim' pozunda özgürlüğe kanat çırpmanın hissi anlatılmaz, paha biçilmez. sadece yaşanır. bir de tabi çamaşır değiştirir gibi her mevsim iş değiştirmek hayatımı külliyen değiştirmekten kolay geliyordu o zamanlar. son yıllarda biraz akıllanıp uslandım gibi. hani insanlar yaşlanınca çocuklaşır derler ya. sanırım benimki de o hesap. uslandım! daha da içe kapandım.

eskiden bir şeylerin olmasını beklerdim. ne olduğunu bilmediğim ama hissettiğim güzel şeyler, hayatımı değiştirecek herhangi bir şey mesela. ama hiç bir şey olmazdı. şimdi artık beklemiyorum hiç bir şey. hissetmiyorum da. yine bir şeyler olmuyor. oysa benim gibiler için imkansız olmasına rağmen uzun yıllar başka türlü bir hayatımın olabileceğini hayal ettim hep. gerçeklerden kaçtım. yüzleşmek zorunda kaldığımda ise en yakınlarımı suçladım. haklı olduğum taraflar çok olsa da olan olmuş, ölen ölmüştü. bunu anladığımda otuz beş yaşındaydım. çırpınmak faydasızdı. uzunca bir süre elimden kayıp giden hayatım için üzüldüm. galiba biraz da acıdım kendime. sonra işte bekir'i tanıdım. önce kader'i sonra masumiyet'i izledim. oysa önce masumiyet'i sonra kader'i izlemeliymişim. olsun. sonuç tek ve aynıydı. kaderimiz belliydi. eğip başını usul usul yürümekten başka şansımız yoktu!..

o günden sonra mesela daha az görüşür oldum etrafımdakilerle. 
az sayıdaki dostlarımın sayısını biraz daha azalttım. artık on beşte bir her pazartesi anneme gidiyorum.  zaman zaman incir çekirdeğini doldurmayacak meselelerden maraza çıkarsa da aramız fena değil annemle. fiziğimden ötürü hep babama benzetirler beni. oysa ben huysuzluğumdan ötürü kime benzediğimi çok iyi biliyorum. "ben yaşlanınca senin gibi olmayacağım" diyorum. anneye öyle söylenmez taşkafa diyor şakayla karışık. önce enseme vurduğu şaplak sesi sonra hüzünlü kahkahalar yankılanıyor baba ocağında. beraber gülüyoruz. çay içiyoruz. bazen kederleniyoruz birbirimize göstermemeye çalışarak. komşularını anlatıyor bana, televizyonda sevdiği programları bulmamı istiyor. beceriksiz olduğumu bildiği halde belki bir gün denerim diye erik ve vişne kompostosunun tarifini yapıyor sonra. benim anlatacak çok fazla bir şeyim olmadığı için erkenden uyuyor. kimseye anlatamadıklarımı oturup buraya yazıyorum ben de.

son tahlilde; çok iyi bir insan olduğumu iddia edemem. lakin kötü olduğumu da söyleyemem. ama ve galiba şu dilimize pelesenk, teşbihlerimize klişe olan  "özünde iyi bir insanım" galiba! fakat yine de ve farkında olmadan kırıyorum sanırım bazen bazı insanları. ya da insanlar çok alıngan. ya da bazen ben çok alınganım. 
en sevdiğim yazar ayfer tunç'un, en sevdiğim hikayesi suzan defter'in, en sevdiğim kahramanı ekmel bey; "unutulmayacak bir iz bırakan adamlardan değilim" derken. unutulmak istiyordu okunur okunmaz. ama sen beni unutma okuyucu. unutulmak çünkü kötü. eminim ekmel bey de unutulmak istemezdi. belli ki şartlar denen vahim şey söyletmişti bu kelimeleri o'na da. hem iz bırakma konusunda bir farkım olmasa da ekmel bey'den sen beni unutma yine de unutma sevgilim okuyucu.
bu arada hak demişken, pazarın hakkını pazara vermeli. yıllardır sıkıldıkça, nefes alamadıkça pazar günlerine bok atıp durdum. oysa tüm sorun bendeydi. içimde. insanız sonuçta, kabullenmesi zor. ama şimdi itiraf vakti. pazarın hiç bir suçu yok. bütün kabahat benim.
ve kalbimi kıranları ben affediyorum şimdi tüm yüreğimle. umarım kalbini kırdıklarım da beni affeder.

diyeceklerim şimdilik bu kadar..

ha bi'de kuşlara iyi bakın.
.
.

* batan gün kana benziyor-necdet rüştü efe
.
.