insan en ağır yüktür - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

insan en ağır yüktür


iyi görmeyen gözleriyle önce yengeme kim olduğumu sordu. sonra köstekli saati, şişe dibi gözlükleri, frenk(oduncu) gömleği ile yanıma yaklaşıp; "sülalemizin en yaşlı üyesi artık benim" dedi.
"allah uzun versin dayı tevellüt kaç" dedim. 
rakamların her birinin üstüne ayrı vurgu yaparak. "bin - üç - yüz - otuz - dokuz" dedi.
dedemden tecrübeliydim. doğum tarihini hicri yıla göre söylediğini hemen anladım ama hesaplamam o kadar kolay olmadı. dayıoğluna sordum. hık mık  etti. neden sonra "554 ekle" dedi. "salladın di mi" dedim. güldü. google'a sordum. rakamı 33'e bölüp çıkan sonucu yine aynı rakamdan çıkarıp 622 ekledim. 1919 çıktı. "97" dedim. "bravo tam bildin. köyde ve civar köylerde de benden yaşlı kimse kalmadı. zaman çabuk geçiyor evlat" dedi.. 
"kimseye yük olmadan, elim ayağım tutarken ölmeyi nasip etsin yüce yaradan. insan çünkü en ağır yüktür" dedi ve sonra bir müddet sustuk...
..
havadan sudan bahsettik. ben istanbul'un neminden, gürültüsünden, doğasından şikayet edip memleketin havasını ve suyunu övdüm. o, "unutmayın evlat bu toprakları, akrabalarınızı, yılda bir kez olsa da hatırlayın, hatırlatın kendinizi" dedi. 

                

belinden sarkan zinciri bildiğim halde sordum. "köstekli mi saat" dedim. evet dedi. "çıkart da bir fotoğrafını çekelim" dedim. istemedi. 
"o zaman senin resmini çekerim". 
olur dedi. keyiflendi. sormadan, susamış gibi anlatmaya başladı. dört yıl askerlik yaptığını, dedesinin istiklal gazisi olduğunu ve madalyasının kendisinde olduğunu, köyün onlarca başarılı öğrenci çıkaran yetenekli öğretmenini, kırkbeş depremini, altmış ihtilalini, köyün kuruluşunu ve yörük olan atalarımızın köye ne şekilde gelip yerleştiğini hararetle anlattı. sessizce, hiç müdahale etmeden dinledim bu bilge çınarı. 
giderken "evlat, unutmayın buraları" diye yineledi. unutmayın..