ismail - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ismail



ismail'i severim. çok severim. sorsan ismail de beni sever.
yahut ismail'in beni sevdiğine inanmak hoşuma gidiyor.
bilemiyorum..

seksen yedi güzünde tanıdım ilk kez  ismail'i. edebiyat hocamız mefulü mefailü mefailü failün derken kapı çalınmış, matematik hocamız ve aynı zamanda müdür yardımcısı olan sıfırcı izzet'in ardından içeri girmişti. sıfırcı izzet lakabıyla müsemma kıt bir konuşma yaptı o gün. "yeni öğrencimiz ismail" dedi ve gitti. edebiyat hocamız üç kocalı mehlika hanım "uygun bir yere geç otur evladım" diye buyurdu. ismail memur çocuğuydu ama yürüyüş ve edalarından paşa torunu sanırdınız. ilk o vakit ayar oldum o'na. sonra etrafta üç dört sıra daha müsaitken yanıma oturmasına bozuldum. rahatım kaçmıştı. elimden geleni ardıma koymadım. metrodakiler gibi bacağımı V biçiminde açtım, kolumu kitabına yaslayıp kenarlarını kıvırdım, yedek kalemim olmasına rağmen yok dedim. yılmadı. belli etmedim ama bu dirençli halini sevdim aslında. çözemediğim bir şey vardı bu çocukta. şeytan tüyünden öte. önümüzdeki yufka yürek hayati'den kalem, yanındaki komünist aylin'den ders programını aldı. bana otobüs durağını sordu. yüz vermedim yine.  "ben yürüyerek gidiyorum" dedim. ertesi gün artık yanıma oturmaz diyordum. baktım benden önce gelmiş. iki de kola almış köftehor. o zamanlar avrupa sinemasını bilmiyorduk. ucuz amerikan filmleri izliyorduk. ders başındaki bir öğrenciye rüşvet teklif etmeye utanmıyor musun? demek geldi içimden. demedim. şöyle uzaktan baktım fena çocuğa benzemiyordu aslında. ufaktan kanım da ısınmaya başlamıştı hani. bir de rahmetli babamın adı ismail'di. bilemiyorum...
gastrit, reflü çıkmış mıydı hatırlamıyorum. buz gibi kolaya hayır diyemedim. şimdi olsa içmezdim. ama iyi ki içmişim. yine de hemen yavşamadım tabi. o gün bir iki sorusuna zoraki cevap verdim. akşam çıkarken "beraber yürüyelim mi" dedi. 
"höyttt bana mı yükseliyorsun lan sen" dedim.
"yok abi ne alaka" dedi. 
sağ elimin ayasıyla incecik ensesini kavradım ve "bak koçum sen buralarda yenisin. bu alemde beraber yürüyelim mi  demek kızlara çıkma teklif etmek demektir.. öyle herkese yürüme teklif edilmez. dikkatli ol"  diye ikaz ettim. geldiğinden beri yaptığım onca pisliğe değil de bu sert çıkışıma bozulmuştu.  uzatmadı. "olurum" dedi.
paşa torunu edasından eser kalmamış, yüzü düşmüştü. üzüldüm.
 o akşam birlikte yürüdük. sonraki sabah ve akşamlarda da. sonra aylin'de bize katıldı. meğer ilk günden ismail'e yanıkmış zilli. beni aracı yaptı. arkadaş arkadaşın elçisidir kontenjanından. sonra ben de ismail'i. çünkü yan sınıftan ismaillerin akrabası selin vardı. ismaille kaynaşmamı hızlandıran, kalp atışlarımın mihmandarı... ahh selin... 
ben, ismail, aylin ve selin. seksen yedi kasımından doksan altı haziranına hiç ayrılmadık birbirimizden. yapışık dördüzler gibiydik. her yere beraber gidip her şeyi beraber seviyorduk. inanmazsınız üniversiteyi bile birlikte kazandık. hem de aynı fakülteyi. ankara üniversitesi, dil ve tarih coğrafya fakültesi - arkeoloji bölümü. hayır ne münasebet. toplu kopya falan değil. bizzat alın teri. biraz matematik biraz türkçe. biraz da taktik deha!
deneme sınavlarındaki en düşük puanlıları bendim aralarında. benim de kazanabileceğim tek tercih yaptık hepimiz. sağolsunlar beni yalnız bırakmadılar. ben de onları. yediğimiz, içtiğimizden öte okuduğumuz, izlediğimiz  hiç bir şey ayrı gitmiyordu. edebiyatı seviyorduk. sanırım o da bizi seviyordu! ama en çok ümit yaşar'ı.  ben, ismail ve rüstem şiiri adeta parolamız olmuştu.  aylin sayesinde ahmet kaya tiryakisi olmuş.  selin sayesinde sinema günleri yapıyorduk. film ekimi, film kasımı ne olursa. dört mevsim, on iki ay film festivali yapar kendi altın ayıcıklı ve altın portakallı ödüllerimizi verirdik. adeta dünyada ayrı bir gezegendik. edebiyat ve sinema da uydumuzdu. üniversiteyi beşinci senemizde bitirdik. kutlama için selinlerin şiledeki yazlığına gidiyorduk o yaz. on sekiz haziran 1996. on biri biraz geçiyordu. ismail babasının renault broadwayini kullanıyordu. kızlar ankarada kalmış, ertesi gün buluşacaktık onlarla. ben ismail'in yanındaydım. hızlı değildik. çok yavaş da değildik. o vakitler şile yolu çift yönlüydü. ve çok tehlikeliydi. hiç unutmam, teyipte müzeyyen çalıyordu. nasıl unuturum. elbet bir gün buluşacağız diyordu. sonra işte kırmızı renkli devasa bir canavar gördüm. sanırım ismail direksiyonu şarampole kırdı. kendime geldiğimde hastanedeydim. ismail yoktu. bir tek benim emniyet kemerim takılıymış. öyle söyledi soruşturmayı yürüten emniyet görevlisi. hatalı sollama yapan kamyonun şoförünü tutuklamışlar. duyduğuma göre de daha sonra iyi hal ve rahşan affından salıvermişler.  ama ismail hâlâ yok..
ulan ismail!

.
barış manço - ömrümün sonbaharında

.