sadık haklıydı. bu şarkılar hüznümüze arsenik katıyor! - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

sadık haklıydı. bu şarkılar hüznümüze arsenik katıyor!

babam öldüğünde ondokuz yaşında bir yetişkindim devletin resmi kayıtlarına göre. oysa sadece aptal bir aşık ve çocuktum daha.  
bazı günler böyledir.  yanlış başlar, yanlış gider ve yanlış biter. bir an önce geçip gitmesini istediğin bir pazar günü gibi tıpkı. 
o gece îşte halı sahadaki dokuz-on maçında karşı mahalleye kıran kırana geçen bir mücadele sonunda 7-5 yenilmiştik. ben üç gol atmıştım. ikisini kendi kaleme, birini rakip kaleye. karşı kaleye attığım golü tribünde oturan sevgilime el sallayarak hediye etmiştim. o zamanlar teknoloji bu kadar gelişmemişti. sadece trt'den ingiliz süt kupası maçlarını izlerdik. ve britanyalı futbolcular çok da romantik sayılmazlardı. yalnız bi'keresinde seyirciye kızan eric cantona şortunu indirmişti. o da fransızdı zaten!  şimdiki gibi iki elin işaret ve baş parmaklarıyla yapılan kalp işareti olsun, yüzük parmağını öpmeler falan olsun hep akdenizli futbolcular sayesinde ve milenyumdan sonra ortaya çıktı. 
..
çocuk olduğumuz için mi yoksa sevimsiz bir hastalık olduğu için mi söylemiyorlardı bize bilmiyorum. ama babamın kanser olduğunu öldükten üç gün sonra öğrendim. oysa güneşli bir pazardı ve babam haftalar sonra yataktan çıkmış hatta kısa bir mahalle turu bile yapmıştı.
o gece maçtan sonra bahçe kapısından girer girmez evin önünde duran milyonlarca ayakkabıdan anlamıştım ters giden bir şeyler olduğunu. içeri girmedim. yanımda hafız vardı. " bi'sigara versene" dedim. "olm sen sigara içmiyorsun ki " dedi. "sen de içmiyorsun yavşak. bana hemen bir sigara bul " dedim bağırarak. gereksiz bir tartışmaydı. sonrasını hatırlamıyorum. doğrusu hatırlamak işime gelmiyor. devlete göre bir yetişkindim ama o gece hâlâ  çok çocuktum. bazı gerçekleri çocuklardan saklamanın hiç iyi bir şey olmadığını da o yaz öğrendim.

.
babam öldükten sonra okul açılana kadar dışarı çıkmadım. kimseyle konuşmadım. sevgilim beni terketti. ve sanki babamın yasını tutarcasına beşiktaş hep yenildi o haftalarda. en sevdiğim kartlarımı yine o yaz sonu kaybettim. bazen, bazı şeyler hep üst üste gelir hayatta. neden, nasıl diye anlamaya çalıştıkça daha da çok karışırdı işler. bedenimde ve ruhumda izler bırakacak alışkanlıkları o yaz sonu edindim hep.
sigaraya babam öldüğünde, arabekse sevgilim beni terkettiğinde başladım. zor günlerdi benim için. belki demirkubuz masumiyet ya da  kader'i daha önce çekseymiş benim için katlanması daha kolay olur, eğip başımı yürürdüm usul usul. bilemiyorum. gençtik neticesinde. pardon çocuktum.
sonra işte bir repliğinde "zaman en büyük çare" diyen amerikan filmine rastladım o günlerde. ve beklemeye başladım. ama "hiç bir şeyin geçmediğini sadece zamanın geçtiğini" yıllar sonra -bence demirkubuz'un kader'den sonraki en iyi çalışması olan-  itiraf filminde teyit edecektim. 

 .
üniversiteyi bitirdiğimde. yirmiüç yaşındaydım. ama hâlâ çocuktum.
işsizdim. sevgilim vardı fakat geleceğe yönelik hiç bir umudum yoktu. askere gitmeye karar verdim babamın dördüncü ölüm yıldönümde. sevgilimden önce annem itiraz etti bu kararıma. ayrı ayrı ikisini de karşıma aldım. konuştum. ne konuştuğumun önemi yok. önemli olan artık çocuk olmadığımı o günkü kısa konuşmalarımdan sonra anlamıştım. bir de hüznümün bâki olduğunu..
çünkü birbirimizin hüznünü bir kilometre öteden tanıyacak kadar hüzünlüydük sevgilimle. zaten tanışmamızda bu şekilde olmuştu. hakeza ayrılığımızda. hayat ya da kader sanki sırf bizim için bir kural daha koymuştu hiç durmadan dönen çarkının en görünen kısmına. iki hüzünbazın sevgisinden mutlu bir aşk hikayesi çıkmaz demişti uygulamalı olarak.
..
sıcaklıkların hissedilir derecede arttığı nemli istanbul günlerinden biriydi. hiç unutmuyorum. çünkü pazardı ve o akşam vatani görevim için ısparta'ya gidecektim. gitmeden sevgilimle son bir kez buluşmuştuk pendik sahilde. hava biraz pusluydu ya da bana öyle geliyordu. adalar görünmüyordu ama hemen yanı başımızdaki deniz son derece net ve maviydi. oturduğumuz cafede ispanyolca şarkılar çalıyordu. joy fm o zaman var mıydı hatırlamıyorum. fakat çalan şarkılar çok güzel ve de hüzünlüydü. öyle olmasa bile ikimiz çoktan teşneydik hüzne bulanmaya. çok fazla konuşmadık o gün. konuştuğumuz şeyler de incir çekirdeğini doldurmayacak cinstendi. çünkü ve zira tıpkı şehre ağır ağır inen sis perdesi gibi ayrılığın buğusu kuşatmıştı cümlelerimizi. sessizliğin can yakmaya başladığı bir an;  "bizim şarkımız olsun bu"  diye ünledim. hüznüne ve sessizliğine hiç ara vermeden sadece gözleriyle tasdik etti sevgilim beni. anlamını bilmeden çok sevdiğimiz şarkıların zirvesine işte o akşamüstü pendik sahilde çıktı malavida. elli iki hafta zirveden inmedi. çünkü coşkulu gibi görünse de hüzünlü. çok hüzünlü bir şarkıydı. hâlâ da öyle. ikimiz de biliyorduk bunu. çünkü acıyan yerlerimize iyi geliyordu hüzün. ertesi yaz askerden dönüşümde yani babamın beşinci ölüm yıl dönümde dostça ayrıldık sevgilimle ama ondan sonra bir daha hiç görüşmedik.
.
şimdi artık gözlerimizden çok dinlediğimiz şarkılarda ele veriyor kendini hüznümüz.
 .
oysa sadık haklıydı, hep haklıydı!
iyiler, güzeller ama her seferinde içimizden bir şeyler götürüyor bu şarkılar.
yine de ve her şeye rağmen şarkıları tekrar ve tekrar sevmek istiyorum
fakat bir şeyler eksik gibi
bahardandır diyor arkadaşlarım
hayır! ne baharın ne de şarkıların suçu yok bu sefer
eşgalsiziz sadece nisan yağmurlarında. hepsi bu.
hepsi bu.
.
nouvelle vague - mala vida