istanbul'u izliyorum gözlerim açık - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

istanbul'u izliyorum gözlerim açık

ikibuçuk sene sonra kravat taktım. hep görmek istenilen ama gerçekte yapmak istemediğimiz hareketler oysa.
işle ilgili gelişmelerin olabileceği bir kaç uzak-yakın tanıdığı ziyarete gidiyorum asya'dan avrupa'ya. bir metrobüs dolusu insan batıya doğru yol alıyoruz bulutlu bir salı sabahı. gelecek istasyonlardan geçiyoruz bir bir. lakin hiç biri varmak istediğim yer değil. biri hariç. çünkü şahane bir  fransızca şarkı  eşliğinde boğaziçini geçiyoruz. sanki ilk kez görüyormuşcasına hayranlıkla izliyorum sağ yanımdaki boğazın maviliğini, martıları, küçük balıkçı teknelerini. kandilli'yi ve ikinci köprüyü. yine sol yanımda göremediğim ama orda olduklarını bildiğim kız kulesini, galatayı ve süleymaniye'yi.
ama hiç bir şey, hiç bir duygu içimde yetim kalmış hüznü atmaya yetmiyor. 
ne atabiliyorum, ne anlatabiliyorum. 
çünkü  ve zira zaman burada ne hızlı ne de yavaş, olması gerektiği gibi acıtarak geçiyor.
.
dün tesadüfen okuduğum bir metninde pessoa şöyle diyordu;

kölelik bu hayatın yasasıdır. çünkü isyan etmenin de kaçmanın da mümkün olmadığı yasa budur.  kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri de köleleştirilir. özgürlüğe olan korkakça sevgimiz, köleliğin üzerimizdeki ağırlığını açıkça gösteriyor. çünkü ansızın özgür olsak bu sefer de yeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten."


doğuştan sırtımıza vurulan ve büyüdükçe giderek artan sorumluluklarımız vardır çünkü. yapmamız gerekenler biz doğmadan planlanmıştır adeta. hatta düşünmemiz gerekenler. misal konuşmamız, giymemiz gerekenler bellidir hep. sonra yiyip içmemiz gerekenler, görüşmemiz gereken kişiler ve hatta özlememiz gerekenler de belli insanlar olmalıdır hep. evleneceklerimiz ve tabi ki çocuklarımız da. sonra cümlelerimiz, resimlerimiz ve notalarımız hep o görünmez çemberin içinde olmalıdır.
.
şimdi mesela;  istanbul'a merkezinden, bir simitçi kahvesinden bakıyorum.
kafası kesilmiş tavuklar gibi ordan oraya koşuşturan insanlar var dört bir yanda. çevirip sorsan hiç biri ne yaptığının farkında değilmişçesine kalabalığa ayak uydurmuşlar, telaş içinde koşturuyorlar. kırmızı ışıkta birlikte geçip, karşılıklı tükürüyorlar caddeye. birbirini itmeden toplu taşımaya binmeye çalışanı polis gözaltına alacakmış gibi pervasız ve itişkenler! avm girişlerinde, cami çıkışlarında hiç fark etmiyor. hep aynı. hep bir acele, hep bir yerlere yetişme güdüsü. ama ve sanki bu düzensizlik ve karmaşa hayata bağlıyormuş gibi özümsemişler bu tempoyu. kimse yadırgamıyor. sorsan yüzde doksan dokuzu benim gibi küçük sahil kasabasını ister ağlaya zırlaya.
ama nah ister!
ben telefonsuz, internetsiz hatta insansız ve elektriksiz razıyım bu kasabaya.
hatta hatta tek bir kulübeye.
ya onlar?
..
hem dışardakiler öyle de içerdekiler çok mu farklı?
tekli , ikili, üçlü beşli gruplar. herkes elindeki akıllı telefonla ilişki halinde. adeta kahve fincanlarıyla konuşup, telefonlarını içiyormuş gibi kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. benim yüzlerine şahit olduğum insanların büyük çoğunluğu da sanki sıkı bir santranç maçında, bir sonraki hamlenin derdine düşmüş gibi düşünceli ve gülümsemesizler.
.
işli aslı çok da, hor da görmüyorum tüm bunları.
tek isteğim sadece tüm bu hengâmeden kurtulmak.
tek...
.
tanrım.
lütfen!
.
barış manço - allahımgüç ver bana