göç - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

göç


Tam otuz sekiz gün oldu bu kasabadan hallice köye geleli. Ama sanki otuz sekiz yıl geçmiş gibi. Yaşlı ev sahibem dışında  kimseyi tanımıyorum. Bir de her sabah yürüyüşünden sonra günlük ekmeğimi aldığım Nahit Efendi var. Gerçi onunla da resmi bir tanışıklığımız yok. “Merhaba, merhabadan”  öteye  gitmiyor sohbetimiz. Çocuklar  "Nahit Amca bu kaç para, Nahit Amca şu kaç para?"  diye sorarlarken öğrendim adını da. Elli beş altmış yaşlarında açık tenli, kederli  bakışları olan bir adam, Nahit Efendi. Konuşmayı pek sevmiyor. Sanki derinlerinde  büyük bir acı saklıyor gibi ağır ve tekdüze hareketleri var. Pek kimsesi yokmuş gibi davranıyor. Belki sırf bu yüzden evimin yakınındaki diğer iki bakkaldan değil de O’ndan yapıyorum tüm bu küçük alışverişlerimi. Elbette ki çok kesin olmayan bu  tahminlerim, sadece benim hüsnü kuruntumdan  ibaret olabilir.  Ama kim ve ne olursa olsun seviyorum bu kederli ihtiyarı.
Televizyonum yok burada, gazete de almıyorum. Memlekette çok önemli bir şey olursa köy içindeki kahve önünde oturanların hararetli tartışmalarından anlıyorum bunu. Bazen Beşiktaş'ın yenildiği çalınıyor kulağıma. Eskisi gibi olmasa da üzülüyorum yine de. Bazen de hükümete sövüyorlar; “bu kadar zam olur mu? “ diye. Benim için asıl  ve en iyi haber ise ; “bu sene çinekopun bolluğu.” 
Evet İşte  hepsi o kadar! 
Her sabah, deniz kenarına yaptığım yürüyüşleri saymazsak; zorunlu olmadıkça pek dışarıya da çıkmıyorum artık. Günün büyük bir kısmını, tek odalı evimde kitap okuyarak geçiriyorum. Zamanında okuyamadığım klasikleri tamamlamaya çalışıyorum şimdi. Dostoyevski, sandığımdan da büyük bir yazarmış, okudukça daha
iyi anlıyorum bunu. Bazen bahçeye çıkıp ev sahibemin odunlarını kırıyorum. Bazen  beslediği hayvanlarıyla vakit geçiriyorum. Sevimli bir köpeği var, ismi Kömür. İsmi ile müsemma Kömür  gibi kapkara. Üç de tavuğumuz var. İkisi ev sahibemin, biri benim. Bazen de onları yemliyorum.  Aslına bakılırsa günlerim bu şekilde aynı büyükşehirde olduğu gibi yine sıradan ve monoton geçiyor. Hayal ettiğim bu değildi belki ama çok da şikayetçi değilim. Büyükşehrin , insanın beynini oyan, kalbini yoran gürültü ve telaşından kurtulduğum için mutlu olduğumu bile söyleyebilirim. Fakat yine de ara ara manasız bir sıkıntı çörekleniyor içime. Sanki görünmez bir el kalbimi sıkıyor, sıkıyor  ve sıkıyor.
Belki de yazmaya yeniden başlamalıyım. Yeniden yapabilir miyim bilmiyorum. Denemeliyim. Onlarsız, çok daha rahat nefes alıp veriyorken; her rahat nefes bir yandan da suçluluk hissettirirken yazmak bir bakıma yaraları yeniden deşmek olacak benim için.   Fikret de istanbul'dan ayrıldığım gün, “iyileşmek için yazmalısın”  demişti.
-Yazmalısın.
Evet yazmalıyım. 
Yarın Nahit Efendi'ye gidip büyük bir harita metod alayım, spiralli. Bir kaç da renkli kalem... Peki ama neden yazarsam daha kötü olacağımı düşünüyorum hep?  Çok denedim ama her seferinde görünmez bir el gelip kalbimden başlayıp boğazımı sıkmaya, beni nefessiz bırakmaya çalışıyor sanki. O görünmez elin suçluluk olduğunu da adım gibi biliyorum aslında. Ne orada ne de burada huzurlu olmayı beceremeyen, aksak ruhlu bir adamın suçluluğu. Acınası durumumu tokat gibi çarpacak yüzüme, yazmak. Ve ben gün ışığına çıkacak her duygudan ölesiye korkuyorum. 
Tek derdim bu değil üstelik. Fazla param da kalmadı. Elimde kalan,  kirayla birlikte  ancak yirmi gün ya yeter ya yetmez. İş aramak zorundayım. Bu da canımı en çok  sıkan şey, bugünlerde. 
Öte yandan doktorun sesi kulaklarımda çınlıyor hâlâ;
" O kadar kolay sanıyorsun değil mi? Gidince her şey, her yer toz pembe mi olacak?
Unutma ki kendini de birlikte götürüyorsun. Kendini de bırakabilirsen ne ala. Ama olmayacak. Git git de gör ebenin amını. Sonra ağlayarak beni arama.
Yürekli, dobra kadındır doktor. Lafını esirgemez. Bilhassa dostlarına karşı. Fikret'den sonra tek dostum şu alemde.  Almış olduğum kararın  ağırlığı yeterince hırpalarken beni gider ayak O'nun da rest çekmesi hiç iyi olmadı.  Ama zaten hep bunu istememiş miydim ben? Şehirde herkesin elimden almaya çalıştığı yalnızlığımla başbaşa, kendinden mesul bir hayat. Bunun için arkama bile bakmadan, öylece bırakıp gitmedim mi ailemi, arkadaşlarımı, işimi, onca yıllık tüm birikimimi?  Haber bile vermeden, nasıl perişan olacaklarını bile bile kendi mahkumiyetime, kendim son vermedim mi? Tabii, hayaletlerinin de peşimden geleceğini akıl edememiştim. Eh yaptığım şey de uzun uzadıya düşünülmüş bir şey değildi ki. Bir sabah, evden her zamanki gibi iş için çıkmış ve vapurda sabahları uzun uzun seyredip öykündüğüm martılara bakarken birden “tamam” demiştim, buraya  kadar. Vapurdan indiğim gibi tren garına gidecek ve özgürlüğümü ilan edecektim. Tıpkı Mutluluk filminin profesörü gibi!  İtiraf etmeliyim ki; Bu süre zarfında kendimi gerçekten iyi hissettiğim tek an oydu. Çünkü o an, bir karar verdikten sonraki  ‘iki saniye rahatlığının’ tadını çıkarıyordum. 
Üçüncü saniyeden itibarense kararın olası etkileri, sonuçları. Sırf o iki saniye için  yapmış olsam bile yaptım. Evet şimdi, buradayım. Kömür, elimdeki oyuncak kemiği kendisine atmamı bekliyor. Ben neyi bekliyorum? Bilmiyorum...

İşin gerçeği köy halkı ilgili ve sıcak insanlar.  Abartısız ve doğallar. Hatta ve hatta hayalimdeki gibiler tıpkı. Kahvecisi, bakkalı, lokantacısı.  Sanki hepsi Sait faik hikayelerinden özellikle alınıp bu köye konulmuşlar gibi. Ama işte hep hayalimdeki gitmek istediğim 'yabancı memleket'   sanki burası değildi. Dolunayın fener görevi yaptığı gece karanlığında , köye gelişiminin otuz sekizinci gecesinde  aklıma tutunan, kalbime batan  düşüncenin bu olması.  Canımı sıktı. Evet artık emindim.  Burası olamazdı.  Daha da fenası, içimde kaynayan huzursuzluğu yenecek böyle bir  yer yüzü yoktu. Anlamıştım. Ay şahidimdi. 

son çalan şarkı : dreamer