bahar - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

bahar

ayşe diye seslendim arkasından bakmadı
bir daha bağırdım bu sefer daha yüksek ve tok bir sesle; ayşe
yok bakmadı yine.
bir koşu yetiştim ardından.
baktım. o da bana baktı. şaşkındı!
şaşkındım!!!
ayşe değilmiş.
uzun bir yazı yazmalıyım dedim ve hızla uzaklaştım yanından. metrobüs turnikesini geçer geçmez fırlattığım kağıt çöp kutusuna cuk oturdu. gülümsedim. şaşırıyor, kırılıyor, gülüyor seviniyorum aynı dakika içinde. o sırada sting kulağıma shape of my heart diye üflese de serdar ortaç üçlüsü çekiyorum evlenme dairesinin tam orta yerinde. heyaat beni neden yoruyorsun diyorum. oysa ki kendi kendime yeniliyorum tıpkı şarkıdaki gibi. anlıyordum. ama anlamak istemiyordum bazen kendimi. lakin uzun bir yazı yazmalıyım. her ne kadar papaza kızıp oruç bozmaya kalksak da geçmiş günlerde. yazmak iyidir usta. rahatlatır hem. ama işte en yakınımdaki tüm canlı ve hatta cansızları bir kenara bırakıp hatta hatta tası ve tarağı da almadan. bir kendim. bir ben. hissediyorum. yakın gibi. ama ve sanırım şimdi uzun bir yazı yazmalıyım ustam. uzun bir yazı!
yan flüt olsam mesela, narin bir el çalsa durmadan çalsa beni. hiç bıkmadan, usanmadan. nefesi nefesime değse. saçı yüzüme. yan flüt olsaydım mesela.
bak şimdi love somebody çalıyor bunları düşlerken. ama yazmak lazım usta.
aslında benim için önemsiz olsa da önemli bir gündü. ikinci görüşmeye çağırdıklarına göre niyetleri ciddi olmalıydı. sabahın köründe kalktım kaç zamandır olduğu gibi. bir duş, bir tıraş sonra en sevdiğim takım elbise. yalancı gülümseme suratta. tam teçhizat hazırdım işte. ama sorun şu ki saat 8:00. görüşme 13:30 da. duramadım çıktım dışarı. ciğerci kedisi gibi sevdiğim mekanları dolaştım biraz. sonra randevuma yetiştim tam zamanında. görüştüm. ve şimdi eski iş yerimin beş yüz, müstakbel işimin de bin dört yüz metre uzağındayım. yaklaşık olarak elbette. bir alışveriş merkezinin kafesinde yani. evet o kahveden içiyorum. ve insanları seyrediyorum. neşeli, hüzünlü, sinirli, hissiz insanlar. iki gündür geliyorum ve sanırım seviyorum burayı. piyanistini çaldığı müzikleri, süslü havuzunu. sanırım en çok sade kalabalığını. yine de tanıdık bir yüz bir ses arıyor böyle yerlerde insan. çok eski bir dost mesela. ya da yeni tanışılmış. bir serendipity olabilir mi? hoş bir tesadüf. bu bahane ile insanları izliyorum şimdi. ya da insanları izleme bahanesiyle arıyorum o tanıdık yüzü. kıdemli piyanist otomatiğe bağlamış piyanoyu ismini bilmediğim bir çeşit buzlu kahve içiyor. havuz kendi halinde eğleniyor. ha bir de çocuklar havuzun kenarında.
görüşmeyi düşünüyorum. kendimi inandırdığım yalanlarıma sanırım müstakbel patronum da inandı. ne kadar çok istediğimi belli ettim işi. bir haftaya kalmaz çağırırlar sanırım. öyle dediler çünkü! asıl istediğim bu değil tabi ki. yaşamaya mecburuz ama. uzun yazmalıyım bugün usta. fakat bu sıralar çok düşünür oldum bunu usta. kartları ve kapıları açık tuttuğumda hep. sonuç hüsran oluyor. gizli, kapaklı tepeden ve kibirli mi olmak gerek diye sormuyorum dikkat edersen. ama evet yine de deveyi gütmek lazım. bir umut. uzun yazmak bir de.
otomatik müzikten sıkılıyorum. charles - emmenez moi diyor kulağıma kulağıma şimdi. ve insanlar ki özellikle çalışanlar, ki plazacılar çoğu, biteceği endişesiyle doyasıya yaşamıyorlar bu bir saatlik özgürlüklerini. gerginler. her hallerinde belli. tıpkı benim bu isimsiz aylaklığımın tadını çıkaramadığım gibi. gerginiz hep.
şimdi tam çaprazımda evli bir adam oturuyor. yüzüklü ve gözlüklü. üst kattaki çiçekçi kız gülümseyerek kaçırdı gözlerini suçlu suçlu. telefonla ne konuşuyordu acaba? adam kahverengi pantolonlu. nokia telefonlu. saçları geriye taralı. sanki bir artiste benziyor ama değil. temiz yüzlü biri. arkadaşları geldi bu arada. ama bir dakika, en uzak köşedeki kadını hiç görmedim ama gülüşü tanıdık geliyor. tanıdık yüz. belki bu olabilir mi? kim blir? ama ses, ya ses?
sessizlik.
bazen içimde iki tane ben olduğunu düşünüyorum. bir tanesi. çok iyi çok anlayışlı. mantıklı bir de. eh bazen duygusal. ötekisi; az önce sinirlenen ergen gibi gergin. ama dobra. fakat biraz bencil gibi. tez canlı. sabırsız diyorlar bazıları. uysal, biri. öteki, vahşi bir at gibi. dizginlenemez. evcimen beriki. aklına eseni yapan öteki. burcum mu? hayır ikizler değil. tamamlanmalı ama işte insan bir şekil bir zaman ve bir yerde. bütün olmalı. yoksa bu ikisi arasında kalan hep ben oluyorum sonra. arafta. onların keyfi gıcır tabi. herkes kendi halinde. olan.... neyse, uzun yazmak lazım bazen.. şarkıların peşine düşüyorum bazen de bütün işi gücü bırakıp misal por favor'u o çatal sesli şarkıcıyı ve şarkısını buldum sonunda. o gün seksen altı defa falan dinlemişimdir. hala da severek dinliyorum ama bu sabah. yine yeniden başka bir fransızcaya şarkıya vuruldum. soha dedi dj ama. nasıl yazılır nasıl okunur bilemem. yüreğe işleyen bir şarkı. melodi, sözler de öyledir eminim. çok güzel bir şarkı. bulmak için sabırsızlanıyorum. ama önce yazmak lazım.
şarkı demişken az önce boat on the river çalarken çayı demlemeye gittim. oysa ki en sevdiğim şarkılardandır. şarkılar bir şeylerimizi çalıyor belki ama usta. onlarsız olmaz. olmuyor. olmamalı da zaten! ben mesela bahar'ı bir başka dinliyorum şu üç gündür. bahar geldiğimde mi böyle olurum ben yoksa.... uzun yazmak lazım..
durmadan. çalakalem. yazmak ve dinlemek. dinlemek ve yazmak. ama yok okuyamıyorum bu aralar. üniversiteli kız misal dönüşte benim bitiremediğim tuğlalardan olasılıksız'ı bitirmeye çalışıyordu. allah kolaylık versindi.. otuz beşlerdeydi daha çünkü...
ama şimdi yunanca bir şarkı çalıyor radyomda usta.
dans etmek istiyorum şimdi hiç durmadan ve de yazmak çalakalem.
şarkı söylemek bazen.
ve yaşamak sonsuza....
.