yağmur sen de vurup durma şu cama - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

yağmur sen de vurup durma şu cama

sıradan ama garip bir gündü. gün boyu bulutlar arasında bir görünüp bir kaybolan ama bir türlü ısıtmayan güneş iyice kaybolmuş yerini akşamın ısıran soğuğuna bırakmıştı. soğuğa rağmen vapurun en kenarındaydım. sanırım daha beş-on dakika vardı kalkmasına. benden başka dışarda oturan yoktu. neden bilmem o soğuğu iliklerimde hissetmek istedim. üşürsem içeri geçerim diyordum ama gitmeyeceğimi de biliyordum.
her daim iş görüşmeleri için hazırladığım siyah takımım ve içinde bir kitap, bir akbilli anahtarlık, iki telefon, bir not defterinden başka mevcudu olmayan evrak çantamla başka algılara sebebiyet vermiştim anlaşılan sırf kahve içmek için girdiğim o festfud şeysinde. aslında self servis olan yerde servisi onların yapmak istemelerinden işkillenmeliydim daha en başında. elimdeki kahve bitmeden müesseseden ikincisini teklif ettiklerinde tahmin etmiştim bu mide bulandıran yanlış anlamayı. hepi topu üç metrekarelik vasat bir "hızlı yemekçi"deki bu üst düzey bürokrat yahut saygın lokanta müşterisi alakasını anlamakta gecikmedim tabi. ye kürküm ama devlet tarafından ye ya da benim memurum işi bilir sevgi ve ilgisiydi açıkça. yine de bozuntuya vermeden kibarca reddetim tekliflerini. ama bir lokmada hüpletilesi taptaze üstelik çikolatalı kek getirmeleri taşan son damlaydı. bu sefer ilki kadar kibar olmadım. bunu geri götürün dedim. içtiğim kahvenin parasını ödeyerek çıktım. zaten müzikleri de yoktu. en çok buna kızdım sanırım. müziksiz işletme mi olur canım.

ilk kez tattığımız bir peynir için bile net karar veremezken ilk kez gördüğümüz konuştuğumuz insanlar hakkında ne kadar kolay ve kesin hükümler verebiliyoruz. sabahattin ali beyefendi bugün okuduğum kitapta bu mealde bir şeyler söylemişti. ne kadar haklıydı oysa.
vapura binmeden az evvel arayan ve hakkımda hiç bir şey bilmeden ahkam kesen kendini dünyanın hakimi zanneden işveren temsilcisine haddini bildirmekten kaçınmadım o yüzden. her ne kadar burnum bokta da olsa böyle kifayetsizlere haddini bildirmek bir ay işsizliğe bedeldi. valla.

neden bilmem ben bu olayları hem de kronolojik olarak dimağımdan süzerken vapurun yanı birer ikişer dolmaya başlamıştı. anlaşılan tek don kişot ben olmayacaktım bu soğukta. beş kişiydik toplam. ben, yanımdaki üç liseli hayta ve az ilerde martılara simit atan beyaz hırkalı elli yaşlarındaki hafif tıknaz abla. haytalar hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlar ama kulağımdaki müzikten ne konuştuklarını anlamıyordum. sadece geçmişe kısa bir yolculuk yapıyorum. fiko ve hafızla olan anılarım şöyle bir gösterip kendini sonra da kaçıyorlar.
martılar, simit atan abladan dolayı vapurun kıçındalar gruplar halinde. ve sanki nöbetleşe yapıyorlardı bu bir lokma simit avını. bir grup uzaklaşıyor sonra ötekiler yanaşıyordu. uzaktan yakından oyuncakları anımsatan gemiler geçiyordu bir sağa bir sola. fonda da gri, kasvetli bir gökyüzü, zaman zaman beyazlaşan lacivert-gri karışımı dalgalar, kız kulesi, boğaziçi köprüsü vardı. sanki bir filmin hatta hatta kartpostalın içinde görüyordum kendimi.
beyaz hırkalı abla bir elinde küçük parçalar kopardığı simit ve öteki elinde içinde yine simit olan beyaz poşet ile martıları beslemeye devam ediyordu. torba ha düştü düşecek elinden ama umurunda değildi sanki. onun yerine ben endişe ediyordum. sonra canım acayip simit çekiyor ama üşendiğim için yerimden kalkmıyordum. sonra bir de koca boğazı geçerken kendini pek hissettirmeyen soğuk rüzgar kız kulesini geçer geçmez anlaşılmaz şekilde sertleşiyor ama güzelleşiyordu benim için. bu üşüme anını da kaçırmak istemiyordum. ama bir yandan da mini etek giyip de eteğinin orasını burasını çekiştiren hatunlar gibi ben de soğuğu yedikçe kabanımın yakasını çekiştiriyordum.
öyle tatlı bir soğuk ki. iliklerine işliyor insanın. normalde yapamayacağım hatta kışın hiç yapmadığım bir şeyi yapıyordum. üstelik raif efendi'nin zatürreden öldüğünü okuduğum bugün. şimdi sıcak evimde oturmuş bunları yazıyorum.
burnum akıyor.
.