yokuş - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

yokuş

dün sabaha karşı kendimle konuştum ben hep kendime çıkan bir yokuştum yokuşun başında bir düşman vardı onu vurmaya gittim kendimle vuruştum
özdemir asaf


ben diyeyim seksen beş, ama sen seksen de, başka birileri de yetmiş derecelik bir diklikte desin ama o günlerde (ve hatta şimdi hala zihnimde) gördüğüm en dik yokuştu. o kadar ki, kışın kar yağdığında kimse ne kızağı ile ne de tahta merdivenle kaymaya cesaret edebilirdi. biri hariç! giriş sol yanında "naazaamca"nın bakkalı sağ yanında heyula gibi ve bir o kadar şekilsiz gecekondudan bozma bir apartman. en üstte zirvenin sol yanında mad max'in motoruna benzeyen acayip makinasıyla "motorcu'nun villası". ki değil yoldan geçene, esen rüzgara, uçan kuşa havlayan, hırlayan, saldıran mahallenin en çılgın, en manyak köpeklerinin olduğu bir mekan. tam karşısında iğneci kemal'in evi. çocukluk rüyalarımın kabusu kaç gece iğneciden kaçarken bu manyak köpeklere yakalanmak üzereyken uyandım bilmiyorum. mecbur kalmadıkça kullanmamaya çalışırdım bu ömrümün en uzun, en dik yokuşunu. lakin işte rahmetlinin tövbe etmeden önce müdavimi olduğu ve has adamı "kürt memet"in kahvesi de, dünyayla tek bağlantının olduğu minibüs son durağının güzergahı da bu yokuştan geçmekteydi. ama allah'tan aynı yokuştan da çıkılabilen ilk okulumuza daha kısa ve kestirme olan toprak yollu başka bir yokuştan ulaşırdık.
bu netameli girişi neden yaptım?
eskisi gibi trende ne kitap okuyabiliyor ne insanlara bakıp hikayeler uydurabiliyorum. sonra bu akşam sanırım küçükyalı bostancı arasından adalar'ı keserken fark ettim ki, insan hayatı iki yarıdan oluşmakta. ilk yarısında bin bir güçlükle çıktığı yokuşun en zorlu en dik yamacı, ikinci yarısında da her türlü engeli, zorluğu aşmış bir çok bakımdan olgunlaşmış halde kolayca inilen bir yokuşun iniş kısmı. 
işte ben ilk yarısında bu yokuştan çıktım ve şimdi boşa atmış vaziyette aşağıya iniyorum. ama işte o zorlu, o meşakkatli hatta yokluk günlerini niye özlüyorum ki şimdi?
evet son delikanlılar çanakkale şehit düştü belki ama esaslı bir kısmı hala yaşıyordu dünyanın en dik yokuşunun bulunduğu mahallemizde. samimiydi herkes sevgisinde de ve nefretinde de. mertti, delikanlıydı kızı da erkeği de. kimsenin kıçı başı oynamaz, dobraca dökerdi içindekini. hiç tanımadığı insanlardan su istenir yemek verilirdi karşılığında misal araphan yokuşunda. ama işte biz büyüdük ve kirlendi derken dünya sanki başkaları yapıyormuş gibi bu eylemi aslında BEN yapıyordum sen yapıyordun ve geri kalan bilmem kaçıncı tekil ve çoğul şahıslar yapıyordu. ama işte bir de beylik laflardan hayat bunu bana neden yapıyorsun, beni neden yoruyorsun diyerekten hemen 0-3 geriye atıyoruz çoğu zaman kendimizi. üstelik kendi sahamızda. oysa seçimlerimiz kaderimizdir der birisi. ve bir başka büyük türk düşünürünün dediği gibi her şeyin bir bedeli var. evet. ve bir şekilde ödeniyor o bedel. kimsenin ettiği kimseye kalmıyor sonunda. 
ha elbet hayatın cilveleri, tesadüfleri yahut tevafukları da yok değil bunun yanında. misal şimdi daha doğrusu akşam trende aklıma geldi. yukarıda bahsettiğim kestirme yokuştan koşar adım giderdim ilkokulumdaki -benden habersiz- ilk aşkıma. 
yokuş diyordum evet. 
o yokuşa çıkmak isterdim şimdi! özlüyor insan o günleri. ve özlemek dedim de, uykusuz adlı mizah dergisini bloggerlar arasında bilmeyen yok sanırım. ben de bir iki blogger sayfasında görüp merak edip almış beğenmemiştim işin doğrusu. ama işte bedava sirke baldan tatlı hesabından mı yoksa gülmeye ihtiyacım olduğu zamanlardan geçtiğimden mi bilmem bir ay önce trende bulup belki okurum diye çantama attığım uykusuzu dün akşam okuyabildim. ilginç olan bu sefer çok beğendim. sanırım yarın yenisini alacağım. işte o uykusuzda umut sarıkaya'nın anlattığı ayakkabıcıya "ulan bu benim babam" dedim daha ilk satırlarında. gözüme bir şey kaçtı okurken daha sonra ama yok öyle anlattığı gibi değildi benim babam. elindeki ekmeği paylaşır hak etmediğini almazdı kimseden. o amca da almaz ve çayını çorbasını ikram ederdi kesin. eminim vardır bir sebebi öyle davranmasının. 
ama işte hayat!
.